20 Ağustos İsmet Şahin'in Şehadeti


Trabzon'da doğup, büyümüş.. Derken birtakım çekişmeler ve düşmanlıklar baş göstermiş...  Çareyi İstanbul'a gelmekte bulmuşlar. İstanbul gibi bir yerde hayvancılık başlıca geçimleri. Yedi çocuk babasıdır.

Kardeşini de yanına almış, hayatla helal bir lokma yutmak için çırpınmaktadır. Kaçıp kurtulduğunu sandığı bela burnunun dibinde bitmiştir... Adım adım takip etmektedir.

Onun için oyun ve desisenin bin bir türlüsünü icraata sokan şer güçleri onları gafil avlamıştır. Polis ve sıkıyönetime bir ihbar gitmiştir

Şu semtte, şu caddede, şu no'lu evde Dev-Sol militanları barınmaktadır. Bu ev hücre evi olarak kullanılmaktadır. Yetkililerin bilgilerine sunulur!

Dedik ya düşmanın desiseleri ve riya çapındaki oyunları durmak bilmez.



Adı geçen ev ismet Şahin'e aittir. Ev polis ve asker kordonu altına alınmıştır. Derken hiç hesapta olmayan bir çatışma! Kim sıktı, ne diye sıktı? Bilinmez. Sonradan ismet, hadisede tek kurşun bile sıkmadığını her yerde gözü yaşlı anlatacaktır.

Bir asker ölmüştür. Fail de ismet Şahin'dir.

Selimiye Cezaevî'nde hücrenin birinde vicdan sancıları içinde kıvranmaktadır. işlemediği bir suçlan Ötürü cezaevindedir. Üstelik rüyasında görse çekemeyeceği bir insan öldürmüştür.

Hep kendi kendine konuşur durur. Durmadan Allah'a niyaz...

"Yarab sen de bilirsin ki, ben bu hadisenin içinde değilim. Ben Türk askerini vurmam. Hem ne diye vurayım? O benim kardeşimdi, o benim insanımdır. Nasıl olur da ben böyle bir vakanın içine düştüm?

Nasıl olur. Günlerce tefekkür ve iç hesaplaşma... İnim inim inliyor hücrede. Onu azıcık rahatlatan Kur'an tilavetidir... Başka bir davadan daha yargılanmaktadır, iki davadan da hakkında idam talebi bulunmaktadır.
Söylediği şu söz onun azap derecesini gösterir:

"Asılacaksam diğer hadiseden dolayı asılayım. Yoksa alakam olmayan bir Türk askerini vurmaktan ötürü idam olunmak istemem..."

Ne yazık ki, vicdanına kimseler kulak vermemiştir. Selimiye Cezaevi'nden Maltepe Cezaevi'ne nakledilir. Marksist düşüncenin naylon askerlerinden illallah etmiştir. Nefreti büyüktür.

Gönüldaşlarının kapısında şöyle yalvarır:

- Ne olur beni onların içine itmeyin. Ben ölürüm. Ben inanmayan insanlarla yapamam. Ben suçsuzum, Vallahi askeri ben öldürmedim. Kucak açın bana!

Alıyorlar koğuşa.

Arkadaşlarının tereddütü şundandır:

Asker katili olarak lanse edilmiş birine kapı açmak yanlış olur. Ona ilgi göstermek doğru değildir. Hep namaz, hep niyaz...

Maltepe Cezaevi'nde geçen bir hadiseyi nakletmek istiyorum.

Yedi çocuk babasıdır. Görüş günüdür. En küçük çocuğu kapıda duran rütbeliye uzun süre bakar. Daha çocuktur o. Sonra karar verir. Elindeki elli lirayı rütbeliye uzatarak: Küçük çocuğun bu hareketine tanık olan herkes sadece güler. Hem de kahkahalarla.

Çocuktaki büyük bir sevgi ve baba hasretini akıllarına bile getirmeden gülerler. Karınlarını oynata oynata... Cumhuriyette, Mustafa Ekmekçi onun Selimiye'deki halini birkaç satırla anlatır. Selimiye Cezaevi'ne girip çıkan bir yazar çizerin gözlemlerine tercümanlık eder. Mustafa Ekmekçi. "İsmet daim Kur'anla hasbihalde..."

İdam alır, idam cezası onaylanır, dosyaya son mühür de vurulur. Bir gece Paşakapısı Cezaevi'ne götürülür ve cezası infaz edilir. Şahitlerin ifadesine göre teslimiyet ve tam bir iman gücü ile son yolculuğa çıkmıştır. Son anlarında dahi, bir askeri vurmuş olma iddiası ile idam edilmesini büyük bir acı içinde yaşamıştır.

Devamlı tekrarladığı bir söz vardır:

"Allah şahidimdir ki, ben asker öldürmedim." Allah rahmet eylesin (Amin).

Şehidler ölmez. Onlar her an bizimledirler. Her biri ardından destanlara sığmaz akıl çemberini kıran alametler bırakan bu insanlar şehidler zincirinin sadece dokuz halkasını teşkil eder.

12 Eylül'den önce ve sonra, sadece Allah rızasını kazanmak için çabalayan ülkü sahibi insanların katledilmeleri, onlara şehidlik payesini kazandırmıştır.

Ne mutlu onlara ki, gülerek, sevinerek ölüme gitmişlerdir.

Onlar gibi olabilmek, zor çok zor!
Şehid olmak her kişiye nasip değil...
Allah'ın rahmeti onların üzerine olsun (Amin)

26 Mayıs N.F.K.'nın Doğum Günü

Ahmet Necip Fazıl Kısakürek, (d. 26 Mayıs 1904 İstanbul - ö. 25 Mayıs 1983, İstanbul) Türk ve İslamcı şair, yazar ve fikir adamıdır.

24 Mayıs 33 Er'in Şehit Edilmesi

19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı


Atatürk'ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı, her yıl 19 Mayıs tarihinde kutlanan, Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin millî bayramıdır. 19 Mayıs 1919'da Mustafa Kemal Atatürk Bandırma Vapuru ile Samsun'a çıkmıştır ve bu gün Kurtuluş Savaşı'nın başladığı gün kabul edilir. Atatürk bu bayramı Türk gençliğine armağan etmiştir.

20 Haziran 1938 tarihli kanunla "Gençlik ve Spor Bayramı" olarak kutlanan bu ulusal bayramın adı 12 Eylül Darbesinden sonra Atatürk'ü Anma ve Gençlik ve Spor Bayramı adını almış , 1995 tarihindeki kararname ile ilk "ve" bağlacı kaldırılarak , "Atatürk'ü Anma, Gençlik ve Spor Bayramı" olarak değiştirilmiştir.

Her yıl 19 Mayıs günü Gençlik ve Spor Bayramı Türkiye'nin dört bir yanında spor gösterileri ve törenlerle kutlanır. Üzerinde "Gençlikten Atatürk Sevgisiyle Cumhurbaşkanına" yazan ve "Sevgi Bayrağı" olarak adlandırılan dev bir bayrak Kurtuluş Yolu'ndaki Tütün İskelesi'nden karaya çıkarılarak Samsun valisine verilir. Daha sonra bayrak, Cumhurbaşkanına sunulmak üzere genç atletlere teslim edilir. Samsun'dan yola çıkarılarak Amasya, Tokat, Sivas, Erzincan, Erzurum, Kayseri, Nevşehir, Kırşehir ve Kırıkkale'den sonra, 19 Mayıs törenlerinde, Ankara'da Cumhurbaşkanına sunulur. Cumhuriyet'le yaşıt olan bu kutlamalar sadece Cumhurbaşkanı'nın katılımıyla Ankara'da gerçekleşmekle sınırlı kalmaz, ülke genelinde stadyumlarda kutlanır. 2012'de, Mayıs ayında havanın soğuk olacağı[3] ve bu açıdan öğrencilere ve vatandaşlara yük olmaması gerekçesiyle başkent Ankara dışındaki illerde, stadyumlarda kutlanması Mili Eğitim Bakanlığı Orta Öğretim Genel Müdürlüğü'nce okullara gönderilen bir yazıyla engellenmiştir. Bu karar cumhuriyetçi kesimin büyük tepkisiyle karşılaşmıştır.

18 Mayıs 1944 Kırım Sürgünü


KIRIM TÜRKLERİ SÜRGÜNÜNÜN YILDÖNÜMÜ

KIRIM TÜRKLERİNİN SÜRGÜNÜ VE MİLLİ MÜCADELE HAREKETİ
(1944-1990)

1939 yılında yapılan Sovyetler Birliği nüfus sayımı verilerine göre Kırım’da 1.123.806 kişi yaşıyordu. Bu sayının 557.449’unu Ruslar, 218.492’sini Kırım Türkleri ve 153.478’ini Ukraynalılar oluşturuyordu. Bölgede en az nüfus Litvanyalılara aitti (888 kişi)[1]. II. Dünya Savaşı’nda Sovyetler Birliği topraklarına da giren Alman orduları, Ekim 1941’de Kırım’a girmişlerdi.

http://onturk.wordpress.com/2011/05/18/tarihe-dusen-kara-leke/

II. Dünya Savaşı öncesinde, hem Almanların hem de Rusların Kırım’a dair çeşitli planları bulunmaktaydı. Dönemin Sovyet lideri Stalin’in, 1941 sonbaharında bütün Kırım Türklerini Kazakistan bozkırlarına sürmeyi tasarladığı nakledilmektedir[2]. Diğer taraftan, Almanlar da Kırım’ın kendi topraklarına dahil edilmesi[3], bölgenin Alman subayları için bir tatil beldesi haline getirilmesi veya İtalyanlarla ihtilaflı oldukları Güney Tirol Almanlarının buraya yerleştirilmesi düşüncesini taşıyorlardı. Bu düşüncelerini gerçekleştirmek için ise, Kırım’da yaşayan Ruslar, Ukraynalılar, Kırım Türkleri dahil herkesin sürgün edilmesi gerektiğine inanıyorlardı[4].

Savaşın başlamasından yaklaşık iki yıl sonra Sovyet topraklarını istila eden Alman orduları, Ekim 1941’de Kırım’ın kuzeyindeki Orkapı (Perekop)’dan içeri girerek, 30 Kasım 1941’e kadar Akyar (Sivastopol) dışında bütün Kırım’a hakim oldular[5]. Kırım’ı Almanlara terk eden Sovyet idaresi, beraberindeki askeri kuvvetlerle bölgeden çekilirken büyük bir katliama girişmiş, kendi askerlerinin yattığı hastaneleri dahi ateşe vermekten kaçınmamışlardı[6]. Kırım’a giren Alman orduları ise, bir kısım halk tarafından kurtarıcı olarak karşılanmıştı. Almanlara gösterilen bu ilginin bir diğer tezahürünü, Kırım dışında yaşayan Kırım Türklerinin vatanlarının bağımsızlığını elde etmek için Almanlarla temasa geçmelerinde görmekteyiz. İlk olarak Edige Kırımal ve Müstecip Ülküsal gibi tanınmış iki Kırım Türkü, Türkiye Cumhuriyeti’nin de çabaları sonucu Almanya’ya gitti. Kırımal ve Ülküsal burada Alman yetkililerle ülkesinin ve halkının geleceği hakkında girişimlerde bulundular[7]. Aynı şekilde Kırım’da da bir kısım Kırım Türkü, vatanlarının Sovyet Rus hakimiyetinden kurtularak bağımsız bir Kırım Türk devleti halini almasını istiyordu. Bu gaye ile, Alman ordusu bünyesinde kurulan askeri taburlarda bu düşünce içinde olan bazı Kırım Türkleri yer almıştı. “Gönüllü Nefs-i Müdafaa Taburları” olarak da adlandırılan bu teşekküllerde yer alan Kırım Türklerinin bir bölümünün ise Nikolayev ve Akmescid (Simferopol)’deki Alman esir kamplarında bulunan askerlerden oluştuğunu da belirtmek gerekir[8]. Önemli bir kısmı, hayatta kalma arzusundaki savaş esirlerinden oluşan bu taburların, o dönemin şartları içinde ne kadar “gönüllü” oldukları ihtiyatla karşılanmalıdır. Bu taburlarda gerçekten gönüllü olarak yer alan Kırım Türklerinin amaçları ise, Alman hakimiyeti altında yaşamak değil, ne şekilde olursa olsun Rus hakimiyetinden kurtulmak ve bağımsız Kırım devletini kurmaktı. Onlar bu hedefe ulaşabilmek için, Almanların kendilerine ne tür haklar tanıyacağını hesaba katmadan böyle bir işbirliğine giriştiler[9].

Kırım Türklerinden “gönüllü” asker alınmasına, nihai olarak Führer tarafından 2 Ocak 1942’de 11. Ordu Keşif Birliği’nde yapılan bir toplantı sonrasında karar verildi. Bu mesele ile ilgilenmek üzere SS şefi Ohlendorf idaresindeki D Özel Görev Birliği görevlendirildi[10]. D Özel Görev Birliği’nin görevi, asker alımlarının yürütülmesi, esir kamplarından gönüllü asker toplanması, askerlerin eğitilmesi olarak tespit edilmişti. Bu birliğin görevleri arasında ayrıca, Kırım’ın kuzey kısmındaki Türk köylerinde halkın etnografik özellikleri hakkında çalışmalar yapmak gibi pek de askerî olmayan bir vazifesi de bulunmaktaydı[11].

Nefs-i Müdafaa Taburlarında yer alan Kırım Türklerinin mevcudu hakkında kesin bir bilgiye maalesef sahip değiliz. Bununla birlikte, bu taburlarda bulunan Kırım Türklerinin sayısının genel olarak 20.000 kişi civarında olduğu ifade edilmektedir[12]. Alman askeri belgelerine göre ise, Kırım’ın 203 yerleşim bölgesinden 5655 kişi ve 5 esir kampından 3600 kişi olmak üzere, toplanan gönüllü sayısı toplam 9255 kişidir[13]. Görevi Kırım’daki diğer milliyetlere mensup halkı korumak ve Sovyet partizanlarına (çeteci) karşı mücadele etmek[14] olan bu taburların infaz birlikleri olarak görev yaptığı ve Kırım’da yaşayan 88 bin sivilin ölümünde, 85 bin kişinin de Almanya’ya sürgün edilmesinde görev aldığı Sovyet makamları tarafından iddia edilmektedir[15].

İşgalin ardından Kırım’da kurulan Alman idaresinin, Kırım Türklerine karşı askerî konularda gösterdiği itimadı siyasî meselelerde göstermediği dikkati çekmektedir. Bunun en bariz tezahürü, Almanlar tarafından Kırım’daki askerî makamların, yerel yönetimlerin ve emniyet teşkilatının büyük çoğunluğunda Rusların göreve getirilmesinde görülmektedir[16]. Bunun yanında Almanların kendileriyle işbirliği yapan Kırım Türklerine karşı bir takım kültürel imtiyazlar sağladığı bilinmektedir. Kırım Türkleri ayrıca Müslüman Komitelerinin teşkili gibi siyasî bir ayrıcalık da elde etmişti. Nazi Güvenlik Servisi (SD) ve Alman Silahlı Kuvvetleri Komutanlığı (OKW) tarafından Kasım 1941’de kurulmasına izin verilen ve merkezi Akmescid’de olan bu komiteye sadece dini ve kültürel meselelerle ilgilenme yetkisi verilmişti. Böyle olmakla beraber, Komite gayr-i resmi olarak Kırım Türklerinin siyasî merkezi haline gelmişti[17]. Yine bu Komite tarafından 11 Ocak 1941’de, haftada iki kere olmak üzere Azat Kırım adlı bir gazete çıkarılmaya başlandı. Bu gazetenin tirajı Alman yönetimi tarafından 10 bin adetle sınırlanmıştı[18]. Kırım Türklerinin siyasi haklar konusundaki taleplerini dikkate almayan Almanların sağladığı bu ayrıcalıkların da kendi çıkarları doğrultusunda olduğu anlaşılmaktadır.

Bir kısım Kırım Türkünün Almanlarla çeşitli ilişkilerde bulunmasının yanında, bu topluluğa mensup önemli bir kitlenin ise gerek Sovyet Kızıl Ordusu içinde gerekse partizan (çete) hareketi saflarında Almanlara karşı silahlı mücadeleye katıldığı görülmektedir. Kırım Türklerinin bu mücadeleleri savaş sonrası Sovyet literatüründe uzun süre yer almamıştı. Nihayet Sovyetler Birliği’nin son dönemlerinde yayınlanan eserlerde bu konulara yer verilmeye başlanmış, Almanlarla işbirliği yapanların aksine, Kırım Türklerinin çoğunluğunun “vatanlarına sadık kaldıkları” ifade edilmiştir. Bu mücadelede yer alan bir çok Kırım Türkünün yüksek derecede madalya ve nişanlarla taltif edildiğine de yer verilmiştir. Bu mükafatlardan biri ise, savaş sırasında 30 tane Alman uçağını düşüren ve bu kahramanlıklarından ötürü iki kere “Sovyetler Birliği Kahramanı” ünvanı alan Ahmet Han Sultan’a takdim edilmiştir[19]. Kızıl Ordu ve partizan saflarında yer alan Kırım Türklerinin mevcudu hakkında da kesin bir bilgiye maalesef sahip değiliz. Bununla birlikte, Kırım Türklerinin Sovyetler Birliği KP MK’nin XXIII. Kongresine göndermiş oldukları bir bildiriden anlaşıldığı kadarıyla, savaşın başında Kırım’ın Kuybişev, Bahçesaray, Aluşta, Sudak, Lenin ve Balaklava rayonlarına ait 21 köyden 18 yaşın üzerinde 4252 kişiden 2324 genç (ki bu bölgelerdeki toplam yetişkin nüfusun %56.9’dur) Kızıl Ordu’ya katılmıştı. Ayrıca, yine bu köylerden 329 kişi partizan hareketine iştirak etmişti. Bu bildiride, Kırım Türklerinin Kızıl Ordu ve partizan cephelerinde yetişkin nüfusunun %26.4’ünü kaybettiği de belirtilmektedir[20]. Kırım Türkleri gösterdikleri üstün başarılar sayesinde Kızıl Ordu ve partizan hareketi içerisinde kumanda mevkilerine kadar yükselmişlerdi. Örnek olarak Kırım Türklerinin Kırım’daki 7 tugayın ikisinde ve 28 bölüğün 10’unda kumandayı ellerinde tutmaları gösterilebilir[21]. Bütün bunlara rağmen, partizan hareketinin Rus asıllı komutanlarından Makrousov ve Martinov gibi şahıslar, Kırım Türklerine karşı besledikleri düşmanlığı daha da ileriye götürerek, Sovyet yönetimine sunduğu raporlarda Kırım Türklerinin Almanlarla işbirliği yaparak “vatana ihanet ettiklerini” defalarca ifade etmişlerdi[22].

Kasım 1943’te Stalingrad’da Alman ordusuna karşı ezici bir galibiyet kazanan Kızıl Ordu birlikleri, ilerlemesini sürdürerek 10 Nisan 1944’te Kırım’a yeniden hakim oldu. Kırım’ın tekrar Sovyet hakimiyetine girmesinin ardından, zafer sarhoşluğu içinde olan Kızıl Ordu askerlerinin özellikle Kırım Türklerine karşı ağır baskılar uyguladığı, hatta bir çok Kırım Türkünü katlettikleri bildirilmektedir[23]. Sovyet askerlerinin Kırım Türklerine karşı böyle bir tutum sergilemelerindeki en önemli sebebin, Almanlarla işbirliği yaparak Kızıl Ordu ve partizan hareketlerine karşı savaştıklarına inandıkları bu topluluktan intikam alma duygusu olduğu görülmektedir. Zira Sovyet yönetimi tarafından yapılan menfi propagandalarla bu insanlar Kırım Türklerinin vatana ihanet ettiklerine inandırılmışlardı[24]. Bununla birlikte Sovyet yönetimi Kırım’a tamamen hakim olduktan sonra, 20 Nisan 1944’te Kırım KP bölge komitesi, savaş sırasında Almanların yapmış oldukları cinâi faaliyetler ile onlarla işbirliği yapanları tespit etmek amacıyla bir Olağanüstü Devlet Komisyonu kurulmasına karar verdi. 5 Haziran 1944’te çalışmalarına başlayan komisyon Mayıs 1945’te görevini tamamlamıştı[25]. Bu komisyonun çalışmaları sonunda hazırlanan raporların, Sovyetler Birliği hükümeti tarafından daha önceden düşünülen Kırım Türklerinin sürgününe zemin hazırladığı düşünülmektedir.

Sovyetler Birliği’nde halkların yaşadıkları yerlerden topluca sürülmeleri, bu ülkenin tarihinde yeni bir olay değildi. 1930-1950 yılları arasında bir çok halkın yaşadıkları yerlerden sürülerek ülkenin başka bölgelerinde, zor şartlar altında yaşamaya terk edildikleri görülmektedir. Bu uygulamalara ilk defa, 1 Şubat 1931 tarihinde SSCB Merkez İdare Komitesi ve Yüksek Sovyet Prezidyumu (YSP) tarafından çıkarılan kararname ile “kulak” olarak adlandırılan toprak sahibi zengin köylülerin maruz kaldığını müşahede etmekteyiz. İki yıl içerisinde sürgünleri gerçekleştirilen bu şahısların toplam mevcudu 1.317.000 civarında olduğu belirtilmektedir. Bunlar arasında mesela Ukrayna’dan 63.720 aile, Kuzey Kafkasya’dan 38.404 aile, Moskova’dan 10.813 aile, Batı Sibirya’dan 52.091 aile, Kırım’dan 4325 ailenin sürgüne gönderildiği artık bilinmektedir[26]. 1937 yılında Sovyetler Birliği’nde yaşayan Koreliler[27], 1940’ta Polonya ile Sovyetler Birliği arasında 20 yıl önce cereyan eden savaştan sonra ülkede kalan 380.000 Polonyalı[28], 1941’de Volga kıyılarında yaşayan Almanlardan, savaş sırasında Alman ordusuna yardım ettiği gerekçesiyle toplam 1.024.722 kişi[29] sürgüne maruz kaldı. Bunun yanında 28 Ekim 1943 tarihli SSCB YSP kararnamesiyle toplam 93.139 Kalmuk Türkü Altay, Krasnoyarsk, Omsk ve Novosibirsk bölgelerindeki özel iskan alanlarına sürgün edildi[30]. 2 Kasım 1943’te ise toplam 69.267 Karaçay Türkü vatanlarından zorla çıkartıldı[31]. Bütün bu toplulukların sürgüne gönderilme gerekçesi hemen hemen aynıydı: Almanlarla işbirliği yapmak veya onlara karşı gerektiği gibi mukavemet etmemek. Oysa Alman işgaline hiç maruz kalmayan ve onlarla herhangi bir teması bulunmayan Çeçen-İnguşlar da Stalin döneminin bu acı siyasetinden nasibini almışlardı. Bu uygulama sonucu yaklaşık 600.000 Çeçen-İnguş, 23 Şubat 1943’te başlayan bir operasyonla vatanlarından zorla çıkarılarak Kazakistan ve Kırgızistan’ın çeşitli bölgelerine sürüldüler. Aynı bölgede yaşayan ve bir kısmının Almanlara yardım ettiği tespit olunan Kabard, Edige ve Çerkesler ise hiçbir yaptırımla karşılaşmadan yerlerinde kalmışlardı[32].

İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanlara yardım ettikleri gerekçesiyle vatanlarından topluca sürülen topluluklar arasında sıra Kırım’da yaşayan halklara gelmişti. Kırım’ın Alman işgalinden kurtarılmasından sonra, Sovyet hükümeti tarafından süratli bir şekilde bölgenin gayr-i Slav unsurlardan temizlenmesine başlandı. İlk olarak Kırım Türklerinin sürgünü gerçekleşti. Ardından Kırım’da yaşayan Almanlar, Rumlar, Bulgarlar, Ermeniler de “zorunlu göçe” maruz kaldılar. Kırım’dan toplam 12.422 Bulgar, 15.040 Rum, 9621 Ermeni, 1119 Alman ve diğer milletlere mensup 3652 kişi sürgün edilmişti[33]. Sovyet devletinin izlediği bu sürgün politikası sonucunda, İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ülkede toplam olarak 3.332.580 kişinin, yaşadığı topraklardan çıkartılarak Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerine yerleştirildiği ve 1948-49 yıllarında bu sayının ölüm, sürgünlükten serbest bırakılma gibi sebeplerle 2.275.900 kişiye indiği belirtilmektedir[34].

Sovyetler Birliği topraklarında İkinci Dünya Savaşı’nın en şiddetli cereyan ettiği yerlerden biri olan Kırım’ın yeniden Sovyet hakimiyetine geçmesinden sonra, Sovyet güvenlik birimleri NKVD ve KGB tarafından bölgenin Alman istilacılardan, “Sovyet karşıtı unsurlardan” ve Almanlarla işbirliği yapanlardan “temizlenmesi” için yoğun bir çalışma başlatıldı[35]. Bu itibarla, 13 Nisan 1944 tarihinde SSCB İçişleri Halk Komiseri ve Devlet Güvenliği Genel Komiseri L. Beriya ile Devlet Güvenliği Halk Komiseri V. Merkulov tarafından Kırım Özerk SSC’nin “Sovyet karşıtı unsurlardan temizlenmesi” hususunda bir talimatname yayınlandı[36]. Bu talimatnamenin yerine getirilmesi görevi, SSCB Devlet Güvenliği Halk Komiseri yardımcısı Kobulov, SSCB İçişleri Halk Komiseri yardımcısı Serov, Kırım ÖSSC İçişleri Halk Komiseri Sergiyenko ve Kırım ÖSSC Devlet Güvenliği Halk Komiseri Fokin’e verildi[37]. Aldıkları talimatla vazifelerine başlayan Serov ve Kobulov’un hazırlamış olduğu 22 Nisan 1944 tarihli raporda belirtildiğine göre, 1 Nisan 1940 tarihi itibariyle Kırım’da 1.126.800 kişi bulunmaktaydı. Bunun içinden Kırım Türklerinin mevcudu hakkında kesin bilgiler bulunmamakla birlikte, yaklaşık 218 bin kişi olduğu tahmin edilmekteydi. Rapordan anlaşıldığı üzere, 17-20 Nisan 1940 tarihinde Kırım’dan 180.000 kişi tahliye edilmiş, toplam 90.000 kişi ise Kızıl Ordu’ya çağrılmıştı. Kızıl Orduya çağrılanlar arasında 20.000 Kırım Türkünün de bulunduğu dikkati çekmektedir. Bu arada Kırım’dan 62.000 Almanın sürgün edildiği, 67.000 Yahudi, Karaim ve Kırımçak Türkünün de Almanlar tarafından kurşuna dizildiği ifade edilmektedir[38]. Bunun yanında yapılan operasyonlar sonunda 7 Mayıs 1944 tarihi itibariyle 5381 (16 Mayıs’ta ise 6452) kişi tutuklanmış ve çeşitli miktarda silah ile bunlara ait mühimmat ele geçirilmişti. Operasyon sonuçlarının merkeze bildirilmesi sırasında, Kırım Türklerinden 20.000 kişinin Kızıl Ordu saflarından ayrılarak Almanların tarafına katıldıkları da belirtilmişti[39].

Bütün bunların ardından Sovyet yönetiminin, Kırım Türklerinin topyekün sürgününe kesin karar verdiği anlaşılmaktadır. Serov ve Kabulov’un 7 Mayıs 1944’te Beriya’ya gönderdikleri rapor[40] bu tespiti doğrulamaktadır. Söz konusu raporda sürgün operasyonu hazırlıklarının 18-20 Mayıs’a kadar tamamlanmasının, operasyonun ise 25 Mayıs’a kadar sonuçlandırılmasının mümkün olduğu belirtilmektedir. Beriya ise, 10 Mayıs 1944’te Sovyet devlet başkanı Stalin’e, Kırım Türklerinin Sovyet halkına karşı “ihanet ettiği” göz önüne alınarak, bütün Kırım Türklerinin Kırım bölgesinden çıkarılması hususunda Devlet Güvenlik Komitesi (GKO)’nin onayını talep ediyordu. Beriya sürgün edilecek Kırım Türklerinin, hem tarımda (kolhoz ve sovhozlarda), hem de sanayi ve ulaşım alanlarında kullanılmak üzere Özbekistan SSC bölgelerinde iskan edilmesinin uygun olacağını düşünüyordu. Kırım Türklerinin Özbekistan SSC’ne yerleştirilmesi hususunda Özbekistan KP sekreteri Yusupov ile de muvafakata varılmıştı. İlk verilere göre nüfusu 140-160 bin kişi olarak hesap edilen Kırım-Türklerinin sürgününün 20-21 Mayıs’ta başlayıp 1 Temmuz’da tamamlanması planlanmıştı[41].

Beriya’nın bu talebine Stalin bir gün sonra cevap verdi ve kendi imzasını taşıyan GKO’nin 5859 sayılı “çok gizli” kararnamesiyle[42] bütün Kırım Türklerinin Kırım’dan sürülmesi kararını verdi. Kararnamede Beriya’nın Kırım Türkleri hakkında zikrettiği hususlar tekrarlanmakta ve onların Almanlarla işbirliği yaptıkları inancı pekiştirilmektedir. GKO bu hususları göz önüne alarak, Kırım Türklerinin aileleriyle birlikte topyekün Kırım’dan çıkarılmasına ve “özel sürgünler (spetsposelentsı)” olarak Özbekistan’ın belirlenen bölgelerinde sürekli ikâmete tabi tutulmasına karar verdi. Sürgün operasyonunun yürütülmesi için Beriya komutasındaki NKVD kuvvetleri görevlendirildi ve 1 Haziran 1944’e kadar bu operasyonunu tamamlanması emredildi. Söz konusu kararname ile, sürgün edilecek olanların beraberlerinde kendi özel eşyalarını, elbiselerini, günlük demirbaş eşyalarını ve aile başına 500 kg erzak almalarına izin veriliyordu. Bununla birlikte sürgün masraflarının karşılanması için SSCB Finans Halk Komiseri Zverev’in Mayıs ayı içerisinde Halk Komiserleri Sovyeti (SNK) fonundan 30 milyon ruble tahsis etmesi isteniyordu[43].

Kararnamede belirtilen operasyonun başlangıç tarihi, Beriya’nın talimatıyla iki gün önceye alındı ve Kırım Türklerinin sürgünü 18 Mayıs 1944’te saat 03.00 civarında başladı[44]. Son derece organize ve zamana karşı oldukça titiz bir şekilde yapılan operasyonlar, “potansiyel tehlikeli” olarak nitelendirilen kişilerin tutuklanmasıyla başladı. Yetişkin erkeklerin büyük çoğunluğu Sovyet ordusuna alındığı için, geride kalanların büyük çoğunluğunu kadınlar, çocuklar ve yaşlılar meydana getiriyordu[45]. Sovyet askerleri gecenin bir vakti, daha önceden tespit olunan Kırım Türklerinin evlerine zorla girerek insanları uykularından kaldırmış ve 15 dakika içinde bulundukları yerlerin meydanında toplanmalarını söylemişlerdi. Ne olup bittiğini anlamayan ve uykunun vermiş olduğu şaşkınlığı da üzerinden atamayan Kırım Türklerinin yanlarına, kararnamede belirtilenin aksine sadece taşıyabilecekleri eşyalarını almalarına izin verilmiş, bir çok yerde buna dahi müsaade edilmemişti[46]. Evlerinden çıkarılan halk bulundukları yerin meydanlarında, tarlalarda veya uygun görülen başka yerlerde toplanarak kendilerini demiryolu istasyonlarına taşıyacak nakliye araçlarını beklemeye başladı[47]. Korku ve endişe içerisinde bekleşen halk, bir de askerlerin taşkınlıklarına maruz kalıyordu. Sürgünü gerçekleştiren askerler sadece verilen emirleri yerine getirmemişler, aynı zamanda çaresiz halka karşı insanlık dışı hareketler de sergilemişlerdi. Bütün bunlar binlerce Kırımlının gözleri önünde cereyan etmesine rağmen onlar da komşuları olan Türklere hiçbir yardım teşebbüsünde bulunmamışlardı[48]. Askerlerin taşkınlıkları o derece artmıştı ki, yaşlı kadınları, acıdan çılgına dönenleri kaçmaları için serbest bırakmışlar, sonra da arkalarından kurşun yağdırmışlardı[49].

Sürgüne gönderilenler arasında Kızıl Ordu mensubu Kırım Türk askerleri de bulunuyordu. Bu cümleden olmak üzere, Kırım Türklerinden 524 subay, 1392 astsubay ve 7079’u çeşitli rütbelerde olan toplam 8995 Kızıl Ordu mensubu Kırım’dan çıkarılmıştı. Kırım’ın genelinde sürgün edilen sabık Kızıl Ordu mensubu ise toplam 10.892 kişidir[50].

Sürgünlerin Kırım’dan katarlarla Özbekistan’a taşınması görevi NKVD ile Ulaştırma Halk Komiseri Kaganoviç’e verilmişti[51]. Kırım Türkleri nakliye araçları ile istasyonlara taşınmış ve burada kendilerini bekleyen vagonlara tıka basa doldurularak kapıları sıkı sıkıya kapatılmıştı. Hayvan ve yük taşımada kullanılan bu vagonlarla daha önce de Çeçen ve İnguşlar sürgüne gönderilmişti[52].

Kırım Türklerinden oluşan ilk sürgün kafilesinin yola çıkmasından sonra Serov ve Kobulov derhal durumu Beriya’ya telgraflarla rapor ettiler. İlk gün saat 20.00 itibariyle toplam 90 bin kişi istasyonlara götürülmüş, bunlardan 48.400 kişi 17 katara doldurularak gidecekleri yerlere gönderilmişti. 25 katarın ise beklemede olduğu bildirilmişti[53]. 19 Mayıs’ta ise, saat 12.00 itibariyle istasyonlara toplam 140.000 kişinin götürüldüğü, bunlardan 119.424 kişinin 44 katarla sürgün yerlerine gönderildiği ve halen 13 katarın daha bulunduğu belirtilmişti. Yine aynı gün saat 18.00 itibariyle ise istasyonlara toplam 165.515 kişinin getirildiği ve bunlardan 136.412 kişinin 50 katarla gidecekleri yerlere gönderildiği rapor edilmişti[54]. Serov ve Kobulov tarafından 20 Mayıs’ta gönderilen son telgrafta ise, operasyonun saat 16.00’da tamamlandığı ve toplam 180.014 kişinin 67 katara doldurularak sürgün edildiği, ancak bunlardan 63 katarda bulunan 173.287 kişinin gidecekleri yerlere gönderildiği belirtilmekte, geriye kalan 4 katarın ise o gün gönderileceği ifade edilmektedir. Bunun dışında, Kırım rayon askerî komiserliklerinin askerlik çağında olan 6.000 Kırım Türkünü askere sevk ettiği haber verilmektedir. Ayrıca Beriya’nın emriyle Moskova kömür madenlerinde çalışmak üzere 5000 Kırım Türkünün buraya gönderildiği bildirilmektedir[55]. Böylece Kırım ÖSSC’den toplam 191.014[56] Kırım Türkünün sürgün edildiği gibi bir durum ortaya çıkmaktadır, ki bu sayının gerçekleri ne ölçüde yansıttığı ihtilaf konusu olmuştur.

Kırım Türklerinin 3 gün içinde tamamen vatanlarından sürgün edilmesi operasyonunun başarıyla neticelenmesi şerefine 19 Temmuz 1944’te bir tören tertip edilmiş ve operasyonda görev alanlar Sovyet yönetimi tarafından mükafatlandırılmıştı. Ancak tören sırasında gelen bir haber, Arabat adlı bir Türk köyünün unutularak boşaltılmadığını gösteriyordu. Azak Denizi ile Sivaş arasında yer alan Arabat köyünün halkı balıkçılık ve tuz üretimi ile uğraşan köylülerdi. Kobulov adamlarına iki saat içinde orada tek bir Kırım Türkünün kalmaması yönünde emir verdi. Oysa Kırım Türkleriyle dolu yük katarları çoktan yol almıştı ve onlara yetişme imkanı yoktu. Bunun üzerine Arabat’taki bütün Kırım Türkleri oldukça büyük ve eski bir gemiye bindirilerek mahzene kapatıldılar. Gemi denizin en derin yerine getirilerek ambar kapakları açıldı ve gemi içindeki insanlarla birlikte batırıldı. Bu olay sonunda Arabat köyünde yaşayan Kırım Türklerinden kurtulan tek bir kişi bile olmamıştı. Bu operasyondan sonradır ki, Kobulov Kırım’ın Türklerden “tamamen” temizlendiğini belirten raporunu iletebilmiştir[57].

Sürgün operasyonunun yolda geçen safhası, Kırım Türkleri açısından unutulması güç hadiselerin cereyan ettiği bir tablo ortaya koymaktadır. Tıka basa vagonlara doldurulan halk, günlerce aç-susuz bir şekilde, en temel ihtiyaçlarını gideremeden, sonunun ne olacağını bilmediği bir seyahate çıkmıştı. Yol boyunca bir çok insan hastalanmış, özellikle yaşlılar ve çocuklar açlığa, susuzluğa, vagonların havasızlığına dayanamayarak hayatını kaybetmişlerdi. Ölenler durulan ilk yerde vagonlardan indirilmiş ve defnedilmelerine müsaade edilmeden yol kenarlarına bırakılmıştı[58]. Bu şekilde yol boyunca 7889 Kırım Türkünün öldüğü belirtilmektedir[59].

Uzun geçen bir yolculuktan sonra sürgün Kırım Türkleri, Sovyet yönetimi tarafından daha önceden tespit edilen yeni yerleşim yerlerine ulaştılar. 4 Temmuz 1944’te Beriya tarafından açıklanan bu insanlık dramının sonuçlarına göre, Kırım Türklerinin tamamı gönderildikleri yerlere vasıl olmuş, bunlardan 151.604 kişi Özbekistan’a, 31.551 kişi de 21 Mayıs 1944 tarihli GKO kararnamesi gereği Rusya Federasyonu’nun çeşitli bölgelerine yerleştirilmişti[60]. Ancak bu açıklamanın yapıldığı tarihte Kırım Türkleri henüz yeni yerlerine ulaşmamışlardı. Dolayısıyla Beriya’nın yapmış olduğu açıklamadaki verilerin de gerçeği yansıtmadığı anlaşılmaktadır. Böyle olmakla beraber, bu durumun Sovyet yönetiminden hiç kimsenin umurunda olmadığı, onlar için sürgünün başarıyla gerçekleşmiş olmasının daha önemli olduğu görülmektedir.

Kırım Türklerinin topyekün vatanlarından sürgününü müteakip, GKO kararnamesi uyarınca onlardan geriye kalan bütün taşınır ve taşınmaz mal varlıklarına Sovyet yönetimi tarafından el konuldu ve bunlar ilgili bakanlıklar tarafından müsadere edildi[61]. Müsadere işleminin daha süratli bir şekilde yapılabilmesi için ise, sürgün operasyonunun başladığı gün (18 Mayıs 1944) devlet tarafından Eşya Kayıt ve Kabul Komitesi kuruldu[62]. Kısa süre içinde kalan malların bir envanteri çıkarıldı. Bu envantere göre Kırım Türklerinden geriye kalan mal ve mülkün miktarı aşağıda gösterildiği gibi tespit edilmişti:

Sığır ve kümes hayvanı 15.740 baş

Tarım ürünleri 40.000 çinko (çinik)

Bina/ev 25.561 adet

Kışlık ve yazlık tahıl ekimi 68.500 hektar

Köy kooperatifi demirbaşları 345.500 adet

Ev eşyası 420.000 adet

Müsadere edilen bütün bu mal-mülk, GKO tarafından yerel yönetimlere devredildi[63]. Sürgün edilen Kırım Türklerinin menkul ve gayr-i menkul emlâki, yapılan sayım ve kayıt işleminin ardından koruma altına alınacak, binalar ile evler yağma ve hırsızlıklara karşı mühürlenerek muhafaza edilecekti[64]. Hal böyle iken, Kırım’ın Slav ahalisinin Türklerden kalan malları yağmalamak, hayvanlarına el koymak ve evlerini işgal etmek niyetinde oldukları, inşaatlarda kullanmak üzere Kırım Türklerine ait mezarların taşlarını söktükleri, kıymetli eşya bulmak ümidiyle mescitleri talan ettikleri de dikkatleri çekmektedir[65].

Kırım Türkleri ve Kırım’da yaşayan bir çok topluluğun zorla Sovyetler Birliği’nin çeşitli bölgelerine sürülmelerinden sonra Kırım adeta boşalmıştı. Her alanda son derece ciddi iş ve işçi gücü açığı ortaya çıkmıştı. Özellikle Kırım’ın ekonomisine hayat veren ünlü bağ ve bahçeleri harap olmuştu. Uzmanlar bu durumun düzeltilmesi için çok zaman geçmesi ve çok şey yapılması gerektiğini belirtiyorlardı[66]. Sürgün kararnamesinin ardından 15 Mayıs’ta Halk Komiserliği Sovyeti (SNK) tarafından yayınlanan bir talimatname ile Kırım’ın güney bölgelerinde zirai faaliyetlerin yapılması için çalışabilecek elemanlar temin edilmesi hususu ele alınmıştı. Kırım devlet yetkilileri, bu talimatname uyarınca 27 Mayıs’ta bir kararname yayınlayarak, yarımadadaki tarım işlerinin yürütülmesi için Ukrayna’nın çeşitli yerlerinden iki ay içinde 13.800 kişinin getirilmesini sağladılar[67]. Kırım’daki yaşanan bu karmaşalık, yerel yöneticiler için çözülmesi imkansız bir sorun gibi görülse de, sürgünün amaçlarından birinin Kırım’a Slav halkı yerleştirerek bu yarımadayı Slavlaştırmayı, diğer bir ifadeyle Ruslaştırmayı sağlamak olduğu dikkate alınırsa, Kırım Türklerinin sürgününü çok önceden planlayanların bunun önlemini çoktan aldıklarını tahmin etmek güç görünmemektedir. Nitekim GKO, 12 Ağustos 1944’te Kırım şehirlerine kolhoz işçilerinin yerleştirilmesini kabul eden bir kararname kabul etti. Bunun ardından Kırım SNK ve KP bölge komitesi bu kararnameyi tatbike koyarak 18 Ağustos tarihli bir diğer kararnameyi hayata geçirdi. Bu kararnameye göre, GKO Kırım’ın verimli topraklarının, bağ ve bahçelerinin iskan ve ihya edilmesi amacıyla Rusya Federasyonu bölgelerinden (Varoj, Bryan, Orlov, Kursk, Tambov, Rostov, Krasnodar ve Stavropol) ve Ukrayna SSC’nden “dürüst ve çalışmayı seven” kolhoz işçilerinin Kırım’a göç etmelerine karar vermişti[68]. Bu gaye ile Sovyet devleti tarafından zikredilen yerlerde yaşayan insanların Kırım’a göç etmeleri için yoğun bir çalışma yürütüldü. İlanlar ve broşürlerle göç için propaganda yapıldı, gitmek isteyenlere geniş imkanlar sunuldu. Sağlanan her türlü imtiyaz ve imkanlara rağmen, teklif götürülen insanlar bu kampanyaya beklenen ilgiyi göstermemişti. Bunun üzerine Sovyetler Birliği’nin işgale uğrayan yerlerinde KP rayon komitelerine Kırım’ın her bir bölgesine ne kadar insanın yerleştirilmesi gerektiğini belirten özel talimatnameler gönderildi. Talimatnamelerde Kırım’a göçmeyi reddedenler hakkında Almanlara hizmet suçundan ceza verileceği belirtiliyordu. Nitekim savaş sırasında Almanlara hizmet edenlerden bir kısmı, Kırım’a göçüp orada yaşamağa razı olduğu için cezadan kurtulmuş ve bedava ev bark sahibi olmuşlardı[69]. 15 Nisan 1967 tarihi verilerine istinaden 1944 tarihinden itibaren Kırım’a yerleştirilmek üzere 101.707 ailenin (406.828 kişi) getirildiği anlaşılmaktadır. Bunlardan 162.096 kişinin Rusya Federasyonu SSC’nden, 244.734 kişinin ise Ukrayna SSC’nin çeşitli bölgelerinden Kırım’a gönderildiği görülmektedir[70].

Sovyet yönetimi tarafından rejim karşıtı olarak nitelendirilen Türklerin ve diğer unsurların Kırım yarımadasından çıkarılmasından sonra, buradaki Türk kültürünün ve diğer gayri Slav toplulukların izlerinin ortadan kaldırılmak istendiği dikkati çekmektedir[71]. Bunun bir tezahürü olarak da Rusya Federasyonu SSC Yüksek Sovyet Prezidyumu (YSP) Başkanı N. Şvernik ve Sekreter P. Bahmurov tarafından 14 Aralık 1944’te alınan bir kararla[72] Kırım’daki bütün Türkçe yer adlarının Rusça isimlerle değiştirildiğini müşahede etmekteyiz. Bu kararı müteakip, Lenin tarafından 1921’de “doğunun meşalesi” olması gayesiyle kurulan Kırım Özerk SSC’nin, 30 Temmuz 1945’te YSP Başkanı Kalinin ve sekreteri Gorkin imzalı bir kararname[73] ile ortadan kaldırıldığını ve Kırım bölgesine çevrilerek Rusya Federasyonuna dahil edildiğini görmekteyiz. Kırım daha sonra, Stalin’in ölümünün ardından (4 Mart 1953) kendisi de bir Ukraynalı olan Hruşçev’in hakimiyete geçmesinin ardından, Ukrayna’nın Rusya’ya bağlanışının 300. yıldönümü münasebeti ile Ukrayna SSC’ne hediye edilmişti (19 Şubat 1954)[74]. Bunun dışında, Kırım’daki Türk varlığının yok edilmesi için yöneticiler ve yerel halk tarafından evlerin yıkılması, bağ ve bahçelerin kullanılmaz hale getirilmesi, Türklere ait mezarlıkların sürülerek naaşların da “dirilerin çektikleri ıstırapları çekmeleri” için yerlerinden çıkarılması[75], hatta mezar taşlarının yerlerinden sökülerek yeni yapılan binalarda inşaat malzemesi olarak kullanılması, Marksist-Leninist eserler dahil olmak üzere Kırım Türkçesi ile yazılan binlerce kitabın yakılması[76], Kırım’da yapılan tahribatın boyutlarını göstermesi bakımından önem arz etmektedir.

Kırım Türklerini sürgüne götüren ilk katarlar 29 Mayıs’ta Özbekistan’a gelmeye başladılar. Özbek yetkililer, daha önceden belirlenen istasyonlarda (Taşkent, Arıs ve Kagan) onları karşıladılar[77]. Yerleşim bölgeleri önceden tespit edilen Kırım Türkleri Özbekistan’da bölgelere göre şu şekilde dağıtıldılar:

Taşkent 56.362 Semarkant 31.540

Buhara 3983 Fergana 16.039

Andican 19.630 Namengan 13.804

Kaşka-Derya 10.171 TOPLAM 151.529 kişi[78].

Kırım Türkleri bu bölgelerde çoğunlukla fabrika ve işletmelerin bulunduğu köy ve kasabalara yerleştirildiler[79]. 1 Ekim 1944 tarihi itibariyle Özbekistan’daki kolhozlara 18.881, sovhozlara 7883 ve diğer işletmelere 10.527 ailenin yerleşimi yapıldı[80]. Kırım Türkleri buralarda uzun bir müddet son derece ağır şartlar altında yaşadılar. Günlerce, haftalarca at ahırlarında, kuru toprak üzerinde, hatta kazdıkları çukurlarda yaşamaya çalışarak hayatta kalma mücadelesi verdiler[81]. Son derece çetin olduğu görülen bu hayat şartları, Kırım Türkleri arasında oldukça ciddi boyutlara varan can kayıplarına neden olmuştu. Sürgünden yıllar sonra bizzat Kırım Türkleri tarafından yapılan nüfus sayımı sonucunda ortaya çıkan tablo, yol boyunca ve yerleşim yerlerine vardıktan sonra geçen birkaç yıl içinde açlık ve hastalıktan ölen Kırım Türklerinin mevcudunu gözler önüne sermektedir. Buna göre, sürgüne gönderilenler arasında bulunan 112.700 çocuktan 60.034’ü, 93.200 kadından 40.085’i, 32.600 erkekten 12.061’i hayatını kaybetmiştir. Bu sürülen bütün halkın %46.2’sı, diğer bir ifade ile halkın neredeyse yarısı demekti[82].

Kırım Türkleri sürgün edildikten sonra, halkı kendileri gibi Türk ve Müslüman olan Özbekistan SSC’nin topraklarına yerleştirilmişlerdi. Daha önce de topraklarına çeşitli milliyetlere mensup sürgünlerin geldiklerine şahit olan Özbek halkının, sürgün Kırım Türklerine karşı sergilediği tutumlar hakkında değişik görüşler bulunmaktadır. Bunlar arasında, Özbekistan’ın Kırım Türklerini çok isteyerek olmasa da onlara acıdığı için ülkeye kabul ettiği[83]; Kırım Türklerinin KGB ve devlet yetkilileri tarafından yerli halka “vatan hainleri, düşmana satılmış, casus, hırsız ve cani” olarak tanıtılması dolayısıyla, Özbek Türklerinin ilk zamanlar bu propagandanın etkisinde kaldıkları, fakat bir müddet sonra onların söylenildiği gibi olmadıklarını, kendileri gibi Müslüman ve Türk olduklarını görerek yardım ettikleri[84];.Kırım Türkleri ile Özbek Türkleri arasında bir yakınlık olmaması için özel gösteriler tertip edildiği, ayrıca Sovyet yetkililerin Özbek toplumuna: “Sizler bu yerlerde daha önce Alman esirlerini gördünüz, şimdi ise vatan haini Kırım Tatarlarını göreceksiniz” şeklinde propaganda yapmalarına rağmen, “merhametli ve misafirperver” Özbek halkının bu tür ajitasyonlara kapılmadığı, Kırım Türklerinin ancak Özbeklerin yardımlarıyla ayakta kalabildiği[85] ve ağır ekonomik şartlar altında yaşayan yerel halkın büyük çoğunluğunun Kırım Türklerine destek olduğu[86] gibi görüşler yer almaktadır. Bunun yanında aksi görüşte bulunanlar da mevcuttur. Bu görüşlere göre, Özbekistan’a yerleşen Kırım Türkleri, bu bölgede yaşayan ve Sovyet hükümeti tarafından kışkırtılan mahalli halkın nefret ve düşmanlığıyla karşı karşıya geldikleri, hatta taşlandıkları[87]; aynı inanca sahip sürgün Kırım Türklerine Kazakların, Kırgızların ve Taciklerin acıma duygusuyla yaklaşmalarına rağmen, Özbeklerin onları bir düşman olarak gördükleri[88] ifade edilmektedir.

Sürgün Kırım Türklerinin yerleşim yerleri ve çalışma şartlarının oluşturulması meselesi de, onların sürgün ile alakalı GKO kararnamesinde yer alan talimatlar arasındaydı. Kararnamede SSCB Ziraat Bankası Genel Müdürü Kravtsov’a, Özbekistan’a gönderilen sürgünlere yeni yerleşim yerlerinde ev inşası ve iş temini için aile başına 7 yıl vadeli 5000 ruble verilmesi talimatı verilmişi[89]. Oysa o dönemin şartlarında bir iş yeri kurmak için en az 8-9 bin rubleye ihtiyaç duyulmaktaydı[90]. Talimat doğrultusunda hazırlanan kredi dağıtım planına göre, sürgün Kırım Türklerine uzun vadeli 52 milyon, karşılıksız olarak ise 7.564.000 ruble verilmesi öngörülmüştü. Bu plan çerçevesinde, 1 Mart 1945’te sürgünlere 27.569.000 ruble dağıtıldı. Yaza doğru SSCB Ziraat Bankası tarafından ilave olarak 22 milyon ruble daha verildi. 1944-1945 yıllarında Özbekistan’da 5930 aileye toplam 34.358.000 ruble uzun vadeli kredi tahsis edildi. Kredi dağıtımı 1945 yılında sona erdirildi. Kredinin geri kalan kısmı 1946’da Semerkant bölgesinde dağıtılmaya başlandı. Burada 2.251.000 ruble uzun vadeli, 31 bin ruble de karşılıksız olarak sürgünlere dağıtıldı. Andican bölgesinde 806 bin ruble uzun vadeli, 16 bin ruble karşılıksız, Taşkent’te ise 2.947.000 ruble uzun vadeli ve 1.195.000 ruble karşılıksız olarak tahsis edildi. Geri kalan 8 milyon rublenin dağıtımının 1947 yılında yapılması kararlaştırılmıştı. Bu miktardan fiilen 7.779.000 ruble dağıtılmıştı. Bunun 4.585.000 rublesi hayvan alımı, 969 bini konut inşası, 2.255.000 ruble ise iş yeri kurulması için tahsis edilmişti. Talimatlar gereği kredi tahsisinin 1944 yılı sonuna kadar tamamlanması gerekiyordu, ancak kredi dağıtımı 1947 yılında sona erebildi ve bir daha tekrarlanmadı. Kredi dağıtımının başlamasından bu zamana kadar Kırım Türklerine yaklaşık 52 milyon ruble dağıtılmıştı. Aile başına düşen miktar ise ortalama 1539 ruble idi. Bu paraya ise o dönemde ancak 16.3 kg un alınabilirdi[91]. Bu şartlar içinde, tarım alanında temayüz etmiş bir topluluk olan Kırım Türkleri, bulundukları yerlerde mevcut fabrika ve sanayilerde çalışmak zorunda bırakılmıştı. Böylece onların tarım toplumu olmaktan çıkarılarak sadece fabrikalarda ve sanayi tesislerinde çalışan bir “işçi millet”[92] haline getirildiklerini söylemek mümkündür.

Bu gelişmelerden sonra, 1947 yılında yayınlanan Özbekistan Bakanlar Kurulu kararnamesinde, sürgün Kırım Türklerinin hayatlarını sürdürebilmeleri için yapılan çalışmaların tamamlandığı belirtiliyordu. Ayrıca bu kararnamedeki hükümlere göre, sürgünlere tanınan vergi muafiyeti gibi imtiyazlar ortadan kaldırılmıştı. Bundan böyle Kırım Türkleri de diğer Sovyet vatandaşları gibi her türlü vergiyi ödemek zorunda bırakılmışlardı[93]. Bu durum, Kırım Türklerinin artık sürgün statüsünden kurtularak, hayat şartlarında iyileştirmeler yapılacağının ve diğer Sovyet vatandaşlarıyla aynı haklara sahip olabileceklerinin bir işareti olarak kabul edilebilirse de, vatanlarına tekrar dönüş haklarının verilmesine dair bir ümit ışığı gözükmüyordu. Böyle bir durumda Kırım Türklerinin vatanlarına dönebilme hakkını alabilmeleri için uzun uğraşlar vermesi gerekiyordu.

18 Mayıs 1944’te vatanlarından topyekün sürülen Kırım Türkleri, 26 Kasım 1948’de kabul edilen YSP kararnamesine göre vatanlarından ebediyen çıkarılmış ve bir daha yurtlarına dönme hakları ellerinden alınmıştı[94]. Stalin’in ölümünden sonra ise, Sovyetler Birliği’nde yumuşama rüzgarları esmeye başlamıştı. Stalin’in yerine devlet başkanı olan Hruşçev, KP’nin XX. Kongresinde yaptığı konuşmada, ülkede yaşanan bütün olumsuzlukların tek müsebbibinin Stalin olduğunu, onun zamanında yüz binlerce insanın vatanlarından çıkarılarak sürgün edildiğini ifade etmişti[95]. Hruşçev’in bu sözleri, halkta Stalin döneminde uygulanan baskıların sona ereceği umudunu doğurmuştu. Nitekim, 24 Kasım 1954’te SSCB Bakanlar Kurulu kararıyla, II. Dünya Savaşı’nda Kızıl Ordu saflarında yer alan askerler, SSCB Kahramanlık madalyası ve nişanı ile ödüllendirilenler, yerli halkla evlenen kadınlar, Rus, Ukraynalı ve diğer milliyetlere mensup kadınlar, sakatlar, tedavisi mümkün olmayan hastalar ile II. Dünya Savaşı’nda ölen askerlerin yakınları sürgünlükten azat edildiler[96]. Bu doğrultuda YSP tarafından 13 Aralık 1955’te kabul edilen ve “sürgünde bulunan Almanların ve ailelerinin üzerindeki hukuki sınırlamaların kaldırılması”na dair kararname[97] sürgüne maruz kalan toplulukların hürriyete kavuşması yönündeki ilk kanun olarak kabul edilmektedir. 28 Nisan 1956’da ise Kırım Türkleri, Balkarlar, SSCB vatandaşı Türkler, Kürtler ve Hemşiller, daha önce sürgünlükten azat edilen Almanlarla benzer şartlarda serbest bırakıldılar[98].

Bu kararname Kırım Türklerine vatana dönüş hakkı sağlamamış olmasına rağmen, durumlarında gözle görülür bir iyileşme kaydedilmişti. Her şeyden önce, bir çok Kırım Türkü 1944’te zorla yerleştirildikleri işlerden ayrılarak asıl meslekleri olan çiftçiliğe geri dönmüş, bir kısmı ise sürgünde geçen zaman zarfında kazanmış olduğu tecrübelerle teknik işlerde çalışmaya devam etmişti[99]. Sürgünlükten azat olunan Kırım Türklerinden bazısı ise, vatanlarına yakın bölgelerde yerleşmeyi tercih etmişlerdi. 1956 yılı Ekim ayı sonuna kadar toplam 778 Kırım Türkü, Kırım’a komşu olan Zaporojye bölgesine gelerek buraya yerleşmişti[100]. Ancak bu durum Sovyet yetkililerin hoşuna gitmemiş ve 15 Aralık 1956 tarihli bir kanunla, daha önce Kırım’da yaşamış olan ve sürgün yerlerinden ayrılan Türklerin, Almanların, Rumların, Bulgarların, Ermenilerin ve diğerlerinin Ukrayna’ya ait Zaporojye, Herson, Odessa, Nikolayev, Kırım ve Zakarpat bölgelerinde yerleşmeleri yasaklanmıştı[101].

Hruşçev’in iktidara gelmesinden sonra, Stalin’in sürgüne gönderdiği bir çok topluluk vatanlarına dönme hakkını elde etmesine rağmen Kırım Türkleri, Ahıska Türkleri ve Volga Almanlarının bu haktan mahrum bırakılmaları düşündürücüdür. Bu durum karşısında Kırım Türkleri, vatanlarına dönüş hakkını kazanmak için seslerini yükseltmenin gerekli olduğuna inanmışlar ve bu uğurda mücadele etmeye karar vermişlerdi. Uzun yıllar süren Stalin dönemi baskılarının ardından ülkede baş gösteren deStalinizasyon siyasetinin de etkisiyle, Kırım Türklerinin ileri gelenleri tarafından Taşkent’te bir Teşebbüs Grubu[102] meydana getirildi[103]. Grubun amacı Kırım Türklerinin toplu ve organize bir şekilde vatana dönmesi, milli özerkliklerinin yeniden tesis edilmesi idi[104]. Bu grubun ilk girişimi, büyük ölçüde demokratikleştiğine inandıkları ülke yönetimine, vatanlarına dönebilmeleri için ricacı ve itaatkar tarzda mektuplar kaleme alarak müracaatlarda bulunmaktı. Müracaat sahipleri bu tür başvurular neticesinde, hükümetin Kırım Türklerinin vatana dönme konusunda ne kadar samimi olduklarını görüp onların Kırım’a geri dönmelerine izin verecekleri düşüncesini taşıyorlardı. Vatana dönüş için bütün halkın samimiyetinin bir göstergesi olarak mümkün olduğunca çok imzalı dilekçeler göndermeye gayret ediliyordu[105]. İlk toplu müracaat 6000 kişinin imzasıyla Haziran 1957’de Yüksek Sovyet’e gönderildi. Ardından Mart 1958’de 16.000 ve Ağustos 1958’de 12.000 kişinin imzaladığı dilekçeler Sovyetler Birliği’nin yüksek makamlarına gönderildi. Toplu dilekçelere en çok katılım 1966 yılında sağlanmıştı. Belirtilen yıl Sovyet makamlarına gönderilen bir dilekçeye toplam 120 bin imza toplanmıştı[106].

Kırım Türklerinin geniş ölçüde takdirini ve desteğini kazanan bu hareket, Sovyetler Birliği genelinde, özellikle Kırım Türklerinin yoğun olarak yaşadıkları bölgelerde teşkilatlanmaya başlamıştı. Oluşturulan teşkilatlar, meselelerinin çözülmesi için kendi temsilcilerini seçiyor ve diğer teşkilatların temsilcileriyle bir heyet oluşturarak onları Sovyet devletinin başkenti Moskova’ya gönderiyorlardı. Bu heyetin her türlü masrafı Kırım Türk toplumundan toplanan paralarla karşılanıyordu[107]. Sovyetler Birliği’nde böylesi toplu bir harekete ilk defa rastlanılıyordu ve ülkedeki deStalinizasyon siyasetinin de etkisiyle ilk zamanlar bu hareket mensupları herhangi bir polisiye baskıyla karşılaşmamıştı. Ancak Sovyet yetkililerin merkeze sundukları raporlardan Kırım Türklerinin bu faaliyetlerinden son derece rahatsız oldukları anlaşılmaktadır[108]. Bunun bir tezahürü olarak, kısa zaman sonra vatana dönüş mücadelesi için aktif faaliyet gösteren Kırım Türklerine karşı Sovyet yönetiminin uyguladığı baskı ve yıldırma olayları cereyan etmeye başladı ve hareket üyelerine yönelik ilk tutuklama olayı 1959’da gerçekleşti[109]. Sovyet hükümeti tarafından Kırım Türkleri aleyhine açılan ilk dava ise 11 Ekim 1961’de Taşkent bölge mahkemesinde görülmüştü. Enver Seferov ile Şevket Abdurrahmanov’un yargılandığı bu mahkeme sonunda, kendilerine isnat edilen “Sovyet karşıtı milliyetçi hisler taşıyan bildiriler hazırlamak ve dağıtmak” suçlarından Seferov 7 yıl, Abdurrahmanov ise 5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştı[110].

Sovyet devletinin Kırım Türklerine yönelik yıldırma faaliyetlerinin, bu harekete sekte vurmak yerine daha da körüklediği görülmektedir. Bunun en bariz örneğini, 1962 yılında Kırım Türk gençlerinin bir araya gelerek bir cemiyet kurmak için teşebbüste bulunmalarında görmekteyiz. İleride Kırım Türk Milli Hareketinin (KTMH) liderlerinden bir olacak Mustafa Cemiloğlu’nun konuşmacı olarak katıldığı bir toplantı sonunda, toplantıya iştirak eden Kırım Türk gençleri arasında vatana dönüş için Kırım Türk Gençlik Birliği kurulması hakkında geniş bir kanaat hasıl oldu. Ancak bazı provokatörlerin devreye girmesi ve toplantıdan birkaç gün sonra iştirakçilerden bir kaç kişinin tutuklanmasıyla bu teşebbüs bir düşünce olmaktan öteye gidemedi. Ayrıca bu toplantıya katılanlardan bazıları ya işlerinden atıldı ya da okullarından kayıtları silindi. Mustafa Cemiloğlu da çalıştığı fabrikadan çıkarılmıştı [111].

KTMH’nin 1964 yılından itibaren bir duraklama geçirdiği görülmekle birlikte, bu durumun yapılan baskılardan değil, bilakis hareketin önde gelenleri tarafından, vatana dönüş taleplerinin son derece itaatkar ve ricacı bir tarzda kaleme alınan dilekçelerle karşılanamayacağı görüşünün ortaya çıkmasından kaynaklandığı dikkati çekmektedir. Bu görüşü ortaya atanlar, daha aktif ve ses getirecek bir mücadelenin yapılması taraftarıydılar[112]. Hruşçev’in iktidardan indirilerek yerine Brejnev’in geçmesiyle birlikte (1964) umutlanan Kırım Türklerinin faaliyetlerinde yeniden bir canlanma görülmeye başlamıştı. Ancak Brejnev dönemi Kırım Türklerine karşı daha sert baskıların uygulandığı bir dönem olmuştu. Buna rağmen Kırım Türklerinin yakalamış oldukları çıkışı devam ettirmeyi başardıkları görülmektedir[113]. Bu dönemde hareketin protesto tarzında değişiklikler olduğu da göze çarpmaktadır. Toplu dilekçelere yine devam edilmekle beraber, dilekçelerdeki üslubun değişikliğe uğradığı dikkat çekmektedir. Kırım Türklerinin artık talepkâr olmayı bir yana bırakarak, 1964 yılından sonra hükümetin kendilerine uyguladığı milli politikaya karşı eleştirel yaklaşımlarda bulundukları görülmektedir. Üstelik dilekçelerde daha sert ibareler kullanılarak Sovyet devletinin 1944’te Kırım Türklerinin tamamının sürgün edilmesi jenocit (toplu katliam) olarak ifade edilmektedir[114]. Hareketin gelişim ve değişim gösterdiği alanlardan biri olarak da kalabalık mitingler ve toplantıların tertip edilmesi gösterilmektedir. Kırım Türkleri tarafından meselelerine çözüm getirmeyen yönetimleri protesto etmek gayesiyle organize edilen bu gösterilere kimi zaman on binlerce kişinin katılması[115], o dönemin şartları içerisinde oldukça önemli bir hadise olarak dikkati çekmektedir. Kırım Türkleri, hareketin gelişimi ve daha geniş kitlelere yayılması için iletişimin ne denli önemli olduğunun farkında idiler. Bu hususta, özellikle Kırım Türklerinin önde gelenleri tarafından daktilolarda yazılıp çoğaltılan bildirilerin[116] etkili olduğunu söylemek mümkündür. Bu yayınlar sayesinde hareket, gerek Sovyetler Birliği’nin diğer bölgelerinde yaşayan Kırım Türklerinin, gerekse hem Sovyetler Birliği’ndeki hem de yurt dışındaki insan hakları temsilcilerinin dikkatini çekmişti. Hareketteki bu gelişimin bir tezahürü olarak Moskova’ya giden Kırım Türk temsilcilerinin sayısında da gözle görülür bir artış meydana gelmişti. Yapılan bütün baskılara rağmen azalması beklenen temsilci sayısı, gittikçe artarak 1967 yılı ortalarında 400 kişiye kadar ulaşmıştı. Bu temsilciler meselelerinin çözümü için Moskova’da resmi makamları ziyaret ediyor, onlara taleplerini içeren mektup/dilekçeler sunuyor ve geniş katılımlı gösteriler tertip ediyorlardı[117]. Kırım Türkleri ayrıca 1 Mayıs 1965’ten itibaren Lenin Bayrağı adlı bir dergi de çıkarmaya başlamışlardı. Ancak, Kırım Türkçesi olarak yayınlanan bu gazete, hareketin sesi olmaktan çok uzak, Özbekistan KP Merkez Komitesi, Yüksek Şurası ve Bakanlar Kurulunun bir organıydı. Yine de bu derginin Kırım Türkçesinde yayınlanmış olması önemli bir gelişme kabul edilmektedir[118].

Diğer taraftan, Kırım Türklerinin yasak olmasına rağmen vatanları Kırım’da da çeşitli faaliyetler gösterdikleri, bu bölgedeki devlet yetkililerinin Sovyet hükümetine sundukları raporlardan anlaşılmaktadır. Bu raporlardan birinde Ukrayna KP MK Sekreteri P. Şelest, son zamanlarda ve özellikle 1965 yılında, geçmişte Kırım’dan sürgün edilen Türklerin Kırım’a ziyaretlerinin arttığını, onların burada siyasî faaliyetlerde bulunduklarını ve Kırım’a dönüş için gerekli ortamı sağlamaya çalıştıklarını bildirmektedir[119]. Kırım Türklerinin vatana dönüş mücadelesi açısından olumlu bir gelişme olarak, Ağustos 1965’te Kırım Türklerinin tatillerini Kırım’da geçirmelerine izin verilmesi gösterilebilir. Böyle bir iznin ardından Kırım Türklerinin ferdî ve gruplar halinde Kırım’ı ziyaretlerinde gözle görülür bir artış meydana gelmiştir. Ancak bu durumdan rahatsız olan Kırım’daki Sovyet yöneticileri, onların Kırım’a geliş amaçlarının seyahat etmek değil, ilerde muhtemel geri dönüşleri için zemin hazırlamak olduğunu ileri sürmektedirler[120]ki, bu tespitte yanıldıklarını söylemek pek mümkün değildir. Zira aynı yetkililer tarafından Kırım Türklerinin orada bulundukları sürede, sürgünden önce yaşadıkları evlerini arayıp buldukları, hatta bu evlerde yaşayanlarla çeşitli görüşmeler yaptıkları ifade edilmektedir[121].

Kırım Türklerinin aralıksız olarak sürdürdükleri faaliyetleri neticesinde, Sovyet devleti tarafından 5 Eylül 1967 tarihinde yayınlanan bir kararname ile bu mazlum halkın itibarları iade edilmiştir. Adı geçen kararnamede 1944 yılında vatanlarından sürülen Kırım Türklerine haksızlık yapıldığı itiraf edilmekte, o zamana kadar bu topluma uygulanan her türlü kısıtlamaların kaldırıldığı ve Kırım Türklerinin de diğer Sovyetler Birliği vatandaşlarının yararlandığı her türlü haktan istifade edebilecekleri belirtilmektedir. Bunun yanında onların seçme ve seçilme hakkına sahip oldukları, basın yayın organlarını kullanabilecekleri, devlet kademelerinde görev alabilecekleri ve her çeşit kültürel faaliyette bulunabilecekleri de kararnamenin hükümleri arasında yerini almaktaydı. Yine aynı gün yayınlanan bir başka kararname ile 28 Nisan 1956 tarihli Kırım Türklerini de ilgilendiren kararnamenin ikinci maddesinin hükmü ortadan kaldırılmıştı. Bu durumda Kırım Türkleri de diğer Sovyet vatandaşları gibi o zaman yürürlükte olan çalışma ve pasaport (ikâmet) kurallarına uymak şartıyla Sovyetler Birliği’nin her yerinde yaşama ve çalışma hakkına sahip olmuşlardı. Kararnamede dikkati çeken diğer bir husus ise, Kırım Türklerini tarif ederken kullanılan ibare olmuştur. Asırlardır kendilerine Kırım Türkleri (Tatarları) denilen bu topluluk, YSP kararnamesine göre “bir zamanlar Kırım’da yaşamış olan Tatar asıllı vatandaşlar” olarak adlandırılmakta ve onların artık Özbekistan ve sürgünden sonra yerleştirildikleri diğer bölgelerde “kök saldıkları” ifade edilmekteydi[122]. Buradan, Sovyet yönetiminin Kırım Türklerini bir millet olarak kabul etmediği, her ne kadar hakları iade edilmiş olsa da “kök saldıkları” yerlerden ayrılıp vatanlarına gitmelerine izin vermeyecekleri gibi bir kanaate sahip olduğunu tahmin etmek güç gözükmemektedir.

Nitekim zikredilen kararname ile Kırım Türklerine önemli imtiyazların tanındığı gözükse de, Kırım Türklerinin yıllardan beri talep ettikleri mevzuların büyük bir kısmının vuzuha kavuşturulmadığı da dikkati çekmektedir. Bu hususların başında, Kırım Türklerinin sürgünden önce sahip olduğu milli özerkliğin yeniden tesis edilmesi gelmektedir. Ayrıca toplu bir şekilde vatanlarından çıkarılan Kırım Türklerinin, yine topluca ve devletin kontrolünde vatanlarına dönme istekleri de bir hükme bağlanmamıştı. Kırım Türklerinin kararnamede bahsi geçmeyen bir başka talebi ise, sürgünden önce kendilerine ait olan taşınır ve taşınmaz kültürel ve kişisel emlâkin iadesi idi. Ne yazık ki bu hususların hiç biri, sadece Kırım Türklerinin yaşadıkları yerlerde yayınlanan[123] bu kararnamede yer almamış ve Sovyet yönetimi daha önce de olduğu gibi, Kırım Türklerinin beklentilerine cevap vermemişti.

5 Eylül Kararnamesinin ardından Sovyetler Birliği’nin diledikleri yerinde yerleşme hakkına sahip olan Kırım Türklerinin vatanları Kırım’a gelişlerinde büyük bir artış gözlemlendi. Kırım Türklerinin çoğunluğunu keşif ve müşahede amacıyla gelenler oluşturmaktaydı. Bu kişilerden bazıları Kırımlı devlet yetkilileriyle de görüşmeler yapmış ve kendilerinin Kırım’a yerleşimi ile ilgili meseleleri dile getirerek bunların çözüme kavuşturulmasını talep etmişlerdi[124]. Ancak Kırım Türklerinin vatanlarına dönmelerini istemeyenler bunun önlemini de almışlardı. 5 Eylül 1967 kararnamesinden önce Kırım’da oturum izni sadece şehirlerde ve büyük kasabalarda geçerliydi. Kırım’ın bozkır kesiminde yaşayanların büyük bir kısmında ise ikâmet tezkeresi/pasaportun mevcut olmadığı ve burada yaşayabilmek için ikâmetgah istenmediği bilinmektedir. Ancak kararnameden hemen sonra, Kırım’ın her tarafında ikâmet tezkeresi/pasaportu olmayan herkese acil bir şekilde pasaport/ikâmet tezkeresi dağıtılmıştı[125]. Bunun bir tezahürü olarak, Kırım Türklerinin yürürlükteki çalışma ve pasaport/ikâmet kanunlarına uymaları engellenmiş oldu. Bütün bunlara rağmen Kırım Türklerinin, özellikle Eylül ayının ikinci yarısında ve Ekim ayında Kırım’a toplu ve düzenli bir şekilde yerleşmek, orada oturum izni almak ve çalışma şartlarını tahkik etmek gayesiyle toplu seyahatler düzenledikleri görülmektedir. 21 Eylül 1967 tarihi itibariyle, kararnamenin yayınlanmasını müteakip Akmescid (Simferopol), Bahçesaray ve Kırım’ın diğer bölgelerine 500’den fazla Kırım Türkünün geldiği tespit edilmiştir[126]. Aralık 1967’ye kadar ise yaklaşık 1200 ailenin (6000 kişi) göç ettiği, ancak “kanuni esaslara” uygun şekilde yerleşim için gerekli işlemleri sadece 2 ailenin yerine getirebildiği belirlenmiştir[127]. Bu durum karşısında binlerce Kırımlı Türk ailesi Kırım’da başlarını sokacak bir yer aramak için dağıldı ve bir çoğu da Kırım’ı terk etmek zorunda kaldı. Ev satın almaya muvaffak olanlar ise buralara yerleştiler, ancak bu kişilerin karşılaştıkları asıl zorluk alım-satın işlemlerin resmiyet kazandırılmasında yaşanmıştı. Bu işlemler yapılmadan satın alınan evde yaşamak Sovyet yasalarınca “kanun dışı” kabul ediliyordu. Bu meseleyle ilgilenen mahkemeler de alım-satım belgelerinin yokluğu yüzünden satın alma işlemlerinin geçersiz olduklarına karar verince çoğu aileler satın aldıkları evlerden ve Kırım sınırlarından zorla çıkarıldılar[128]. Kırımlı yetkililer, Kırım Türklerine çalışacakları bir iş olmadan ikâmet izni ve ikâmet izni olmadan da iş vermeyeceklerini beyan ediyor, doğan çocukların nüfus kayıtlarını, evlenen çiftlerin nikah akitlerini dahi yapmıyorlardı[129].

Sovyet yetkilileri, KTMH’nin Kırım Türklerinin vatanlarına geri dönüşü için yürüttükleri faaliyetlerin önüne geçebilmek gayesiyle 1968 baharından itibaren, Kırım’a göçün devlet organları tarafından düzenli bir şekilde gerçekleştirileceğini açıkladılar. Kırım’a yerleştirilecek kişilerde, KTMH’ne hiç katılmamış, toplanan dilekçelere imza akmamış, hiçbir toplantıya iştirak etmemiş, Türk temsilcilerin Moskova’ya gitmeleri için para vermemiş olmak gibi şartlar aranıyordu ve bu kişiler KGB tarafından tespit ediliyordu[130]. Daha ziyade vasıfsız, kültür seviyesi düşük Kırım Türkleri arasından seçilen şahısların Kırım’da tarım alanında çalıştırılması planlanıyordu. Tahsilli ve mesleklerinde uzman Kırım Türklerinin ise yerleştirilecek kişilerin arasına dahil edilmediği dikkat çekmektedir[131]. Sovyet devletinin bu uygulaması sonucu 1968’de 198, 1969’da 104, 1970’te 45, 1971’de 65, 1972’de 50 aile Kırım’a yerleştirildi. Ferdî olarak ise 195 aile Kırım’a geldi. Bu dönemde gelenlerin toplam sayısı 3496 kişiden ibaretti[132]. Bu durumun Kırım Türklerinin Sovyet makamlarına karşı protestolarında ve vatana dönüş mücadelesinde daha da etkili olmalarına yol açtığı görülmektedir.

Kırım Türklerinin uzun yıllardır devam eden ve şiddet unsurları içermeyen mücadelesi artık Sovyetler Birliği’nde, özellikle insan hakları savunucuları tarafından takip ediliyor ve destek de buluyordu. Kırım Türk temsilcilerinin Moskova’daki faaliyetleri sırasında tanışma imkanı bulduğu insan hakları savunucuları arasında tanınmış bir çok Sovyet ilim adamı ve aydını da yer alıyordu. A. Kosterin, İ. Gabay, A. Saharov, T. Franko, M. Lisenko, P. Grigorenko gibi şahıslar, Kırım Türklerinin mücadelesinde onlara büyük destek ve yardımda bulunmuşlardı. KTMH’nin, özellikle P. Grigorenko ile tanıştıktan sonra büyük bir ilerleme kat ettiği görülmektedir. Kosterin’in doğum günü münasebetiyle tertip edilen toplantıda Grigorenko ile tanışan Kırım Türkleri, onun bu toplantıda yaptığı konuşmadan sonra hareketlerinde köklü değişikliklere gittiler. Grigorenko konuşmasında, Kırım Türklerinden zorla alınanların iadesi için “ricada” değil, “kesin bir şekilde “talepte” bulunmalarını; haklarının iadesi konusunda ses getirecek toplantı ve gösteriler tertip etmelerini; meselelerini dünya kamuoyuna duyurmalarını ve kendileri gibi baskılara maruz kalan diğer topluluklarla da temas kurmalarını tavsiye ediyordu[133]. Grigorenko’nun bu tavsiyelerine kulak veren KTMH’nin önde gelenleri, seslerini daha fazla duyurabilmek için kalabalık toplantı ve nümayişler tertip etmeye başladılar. Bu gösterilerin en büyüğü 21 Nisan 1968’de Taşkent yakınlarındaki küçük bir kasaba olan Çirçik’te gerçekleştirildi. Kırım Türkleri burada hem Lenin’in 98. doğum gününü, hem de geleneksel “Derviza” bayramını kutlamak için toplandılar. Toplantının asıl amacı Kırım’a geri dönme ve Lenin tarafından kurulan milli özerkliğin yeniden tesisi isteklerini bir kez daha yetkililere duyurmaktı. Ancak böyle bir gösterinin yapılmasına izin vermeyen Sovyet yetkilileri, aldıkları geniş güvenlik tedbirleri ile toplanan kalabalığı yüzlerinde gaz maskeleri bulunan polislerin sıktığı tazyikli ve boyalı sularla, zor kullanarak dağıtmışlardı[134].

Kırım Türklerinin daha sonra da protesto faaliyetleri olmuştu. Bu olaylar neticesinde bir çok kişi tutuklanarak mahkemeye sevk edilmişti. 21 Nisan 1968’deki Çirçik olaylarının düzenleyicisi olarak Enver Abdülgaziyev, Said Abhayırov, İbrahim Abibullayev, Reşat Alimov, Refat İsmailov ile birlikte beş kişi daha tutuklanmıştı. Yapılan mahkeme sonucu hepsine 2,5 ila 3 yıl katı rejimli çalışma kampı cezası verilmişti[135]. 1 Temmuz-5 Ağustos 1969 tarihleri arasında Taşkent’te yapılan ve “Taşkent Onu” olarak da anılan yargılama sürecinde KTMH’nin önde gelen üyeleri Sovyet karşıtı propaganda yapmakla suçlandılar ve yapılan mahkeme sonunda 1 ila 3 yıl arası ağır şartlı çalışma kampına gönderilmekle cezalandırıldılar[136]. Diğer bir mahkeme ise, insan hakları savunucusu İ. Gabay ile Kırım Türklerinin liderlerinden Mustafa Cemiloğlu aleyhine açılan davalar hakkında idi. 6 gün süren yargılama sonunda her ikisine de “Sovyet karşıtı faaliyetlerde bulunmak” suçlarından 3’er yıl ağır hapis cezası verildi[137].

KTMH liderlerinin yargılanarak mahkum edildiği 1970 yılının, hareket açısından oldukça kritik bir dönemin başlangıcı olduğu görülmektedir. Bu tarihten itibaren harekette yavaş yavaş bir düşüşün başladığı dikkati çekmektedir. Harekette yaşanan bu düşüşün altında yatan sebebin yalnızca bundan ibaret olduğunu söylemek güçtür. Bu amilin yanında, hareketin ortaya çıktığı dönem ile 1970’lerden sonraki zaman arasında Kırım Türk toplumunda meydana gelen sosyolojik, ekonomik ve kültürel bir takım değişiklikleri de göz ardı etmemek gerekir. Zikredilen dönemde Kırım Türk toplumunda sosyal sınıf yapısında bir takım değişikliklerin olduğu bilinmektedir. Sürgün sonrasında Sovyet devleti tarafından yeniden oluşturulan bu sınıf, çoğunlukla fabrika işçilerinden teşekkül etmekte iken, o dönemde yerini inşaatçı, teknisyen, şoför vb. gibi değişik alanlarda kalifiye olmuş elemanlara terk ettiği gözlemlenmektedir. Bunun yanında, 1944 yılında yaşanan sürgünden sonra Sovyet devleti tarafından ortadan kaldırılan ve milli kültürün birer temsilcileri olan aydınların yerine, yine öğretmen, doktor, mühendis gibi yüksek tahsilli kişilerin meydana getirdiği Kırım Türk “aydın” sınıfının doğması önemli bir husus olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde Kırım Türk gençlerinin tahsil yapma imkanı bulduğu, halkın pek çoğunun geleneksel meslekleri olan çiftçiliğe geri döndüğü ve bu durumun Kırım Türklerinin yerleşimi mevzuunun da değişmesini beraberinde getirdiği dikkati çekmektedir. Sürgünden sonra tespit edilen yerleşim yerlerine toplu bir halde yerleştirilen Kırım Türklerinin, artık yıllarca çalıştıkları fabrikaların da bulunduğu bu sürgün bölgelerinden ayrılarak, daha ziyade büyük şehirlere göç etmeye ve buralarda çalışıp hayatlarını sürdürmeye başladıkları görülmektedir. Bu dönemde Kırım Türk ailesinin hayat standardında da gözle görülür bir iyileşmenin yaşanması söz konusudur. Ancak Kırım Türk toplumunda meydana gelen ve müspet gibi görünen bu değişikliklerin, milli hareketin gelişimine ciddi anlamda sekte vurması da bu dönemin önemli özelliklerinden bir olarak zikredilmelidir. Daha önce hep bir arada yaşayan Kırım Türklerinin işlerini ve yaşam yerlerini değiştirmesinden sonra hareket üyeleri arasında bir kopukluk ve koordinasyon eksikliğinin yaşandığı göze çarpmaktadır. Bu gelişimin bir tezahürü olarak, KTMH adı geçen dönemde faaliyetlerini sadece birkaç aydının gayretleriyle sürdürmek zorunda kalmıştı[138]. KTMH’nde yaşanan bu düşüşte, 5 Eylül 1967 kararnamesinden sonra Kırım’a yerleşmek ümidiyle yaşadıkları yerlerden ayrılanlar ile bu kişiler arasında hareketin önde gelen isimlerinin de yer alması önemli birer rol oynamaktadırlar.

Kırım’a yerleşmek için Sovyet makamlarından oturum izni alamayan Kırım Türklerinin büyük çoğunluğu daha önce yaşadıkları sürgün yerlerine geriye dönmediler. Onlar daha sonra tekrar Kırım’a göçme ümidiyle, buraya mümkün olduğunca yakın herhangi bir yere yerleştiler. Ancak Sovyet hükümeti Kırım Türklerinin Kırım sınırları dışında da bir arada yerleşmelerine müsaade etmemişti. Bu durumda Özbekistan ve diğer bölgelerden ayrılan yaklaşık 100 bin Kırım Türkü, dağılmış aileler veya küçük gruplar halinde kendilerine teklif edilen yerlere yerleşmek zorunda kalmışlardı. Novorossiysk ve civarında on binlerce, Krasnodar ülkesinde yaklaşık 30 bin, Taman ve Kuzey Kafkasya’nın diğer bölgelerinde, Ukrayna’nın güneyinde, Herson, Zaporojye, Donetsk, Odessa bölgelerinde ve diğer başka yerlerde bu şekilde yerleşen Kırım Türkleri yaşamaktaydı[139].

Bir çok mensubunun Kırım’a gitmesiyle birlikte hareketin düşüş trendine girmesi, doğal olarak bu hareketin liderlerini önlem almaya sevk etti. Bunun bir tezahürü olarak, 1975 yılında KTMH’nin faaliyetlerinde yeniden bir canlanma görülmeye başlandı. Hareketin merkezini Özbekistan’dan Kırım’a kaydırmayı düşünen liderler, Kırım Türklerinin kitleler halinde Kırım’a gitmesini teşvik etti. Liderlerin bu teşviki sonucu belirtilen yıl içinde Kırım’a 912 kişinin geldiği Sovyet makamları tarafından belirtilmektedir. Kırım’da mevcudunu arttırmaya başlayan hareketin, burada seslerini duyurabilecek çeşitli faaliyetler yapması bekleniyordu. Yapılması beklenen bu faaliyetlerin başında ise daha önce örnekleri çok görülen bildiri dağıtımı ve toplu dilekçelerle resmi kurumlara müracaat edilmesi geliyordu. Hareket liderleri ayrıca 1975 yılı içerisinde Sovyetler Birliği’nde ve özellikle Kırım’da yapılması planlanan yerel ve uluslararası etkinliklerde toplu gösteriler düzenleyerek dünya kamuoyunun dikkatlerini kendi meselelerine çekmeyi de düşünüyorlardı[140].

Kırım Türklerinin yarımadada gitgide artan nüfusu ve faaliyetleri karşısında, Kırım’daki Sovyet yöneticileri yine baskı metotlarına müracaat etmişti. İkâmet izni alamayan bazı Kırım Türkleri, polisiye baskılarla karşılaşmış, gece baskınlarıyla evlerinden zorla çıkartılmış ve Kırım’dan uzaklaştırılmıştı. Kırımlı yöneticilerin bu davranışları son derece üzücü ve feci bir olayın yaşanmasına da yol açmıştı. Musa Mahmut adlı bir Kırım Türkü 5 çocuğu ve eşiyle birlikte geldiği ve bir ev satın alıp yerleştiği Kırım’dan polis zoruyla çıkartılmak istenince, çocuklarının gözleri önünde üzerine benzin dökerek kendini yakmıştı[141]. Musa Mahmut’un ölümüyle sonuçlanan bu trajik olay dahi Kırımlı yöneticilerin Kırım Türklerinin yarımadadaki yerleşimini önleme gayretlerinin önüne geçememişti. Bu gayretlerin bir sonucu olarak Sovyetler Birliği Bakanlar Kurulu tarafından 15 Ağustos 1978’de Kırım bölgesindeki pasaport/ikâmet kurallarını düzenleyen bir kanun kabul edildi. Buna göre, yasal olmayan yollarla Kırım’a gelip yerleşen Kırım Türklerinin bölgeden çıkarılması için Kırım İçişleri Bakanlığı organlarına tam yetki verilmiş, ayrıca bu şahıslara evlerini satan veya kiraya veren yerel halkın da cezalandırılması hükme bağlanmıştı[142]. Diğer taraftan Özbekistan’da da devlet görevlileri tarafından Kırım Türklerinin bu ülkeden çıkışı yasaklandı. Kırım’a gitmek isteyenlerin ikâmet kayıtları silinmiyordu. Böylece iki yerde birden kayıt yaptırma hakkına sahip olmayan Kırım Türkleri, Kırım’da da oturum izni alma imkanından mahrum kalıyorlardı[143]. Alınan bu tedbirlerden sonra, Kırım Türklerinin Kırım’a gelişlerinde büyük ölçüde azalma tespit edilmektedir. Kasım-Aralık 1978 ve Ocak 1979’da Kırım’a sadece 30 civarında aile gelmiş ve bunlardan yalnız bir aile yerleşme imkanı bulmuştu. Diğer aileler ise Kırım’dan çıkarılmıştı. 1979 yılının Şubat ayında ve Mart ayının ilk 15 gününde Kırım’a gayr-i resmi olarak hiçbir ailenin gelmemiş olması Sovyet makamları tarafından belirtilmektedir[144].

Sovyet hükümetinin almış olduğu karar ve tedbirlerle Kırım Türklerinin vatanlarına gruplar halinde akını kısmen de olsa önlenmişti. Böyle bir “başarıyı” yakalayan Sovyet yönetimi, Kırım Türklerinin önünü tamamen kesmek amacıyla, onlara yeni bir “vatan” kurmaya niyetlenmişti. Bu gaye doğrultusunda Özbekistan’ın Kaşkaderya bölgesindeki Mübarek ve Baharistan adlı iki kasabanın tamamen Kırım Türklerine tahsis edilmesi ve buraya özerklik statüsü verilmesi tasarlanmıştı[145]. Sovyetlerin düşüncesine göre bu uygulama ile Kırım Türkleri, yeni bir “vatana” ve arzu ettikleri milli özerkliğe kavuşmuş olacaklardı! Tabii olarak Kırım Türklerinin büyük çoğunluğu, Kırım’ın ancak beşte biri kadar olan iki kasabadan müteşekkil bu suni vatan teklifine sıcak bakmamış, bütün baskılara rağmen Sovyet yönetiminin bu projesine katılmayı kabul etmemişti. Sadece 2000 civarında Kırım Türkü burada yaşamayı kabul etmişti[146].

Sovyet hükümetinin Kırım Türklerini vatanlarından uzak tutmak için gösterdikleri gayretlerin hepsi boşa çıkıyordu. Onlara sunulan “yeni vatan” seçeneği kabul görmemiş ve Kırım Türkleri kendi anavatanlarına dönme kararlılığından taviz vermemişti. Sovyet yönetiminin isteği doğrultusunda hareket eden birkaç Kırım Türkü de onların bu arzusunu kırmaya muvaffak olamamışlardı. Artık KTMH’nin önderliğinde yürütülen vatana dönüş mücadelesi dönülmez bir hal almıştı. Özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren yoğunlaşan faaliyetler, Kırım Türklerini “zafere” taşıyan amiller olma yolunda önemli katkılar sağlamışlardı. Bunun yanında gerek dünyada gerekse Sovyetler Birliği’nde yaşanan sosyal ve siyasî değişikliklerin de Kırım Türklerinin vatana dönüş mücadelesine etki eden diğer unsurları teşkil ettiği görülmektedir. Özellikle 1985 yılında Sovyetler Birliği’nin yönetim kadrosunda meydana gelen yenilikle M. Gorbaçev’in hakimiyete geçmesinin ardından, ülkede uygulamaya konulan “Perestroyka = Yeniden yapılanma” ve “Glastnost = Açıklık” politikası sonucunda Sovyetler Birliği’nin hemen her alanında köklü değişikliklerin meydana gelmeye başladığı bilinmektedir. Kırım Türklerine yönelik baskılar da bu dönemde ortadan kalkmaya başlamış, hapishanelerdeki liderleri serbest bırakılmaya başlanmıştı. Mustafa Cemiloğlu da Aralık 1986’da tutuklu bulunduğu Magadan Hapishanesinden çıkarılarak özgürlüğüne kavuşmuştu[147].

Sovyet yetkililer Kırım Türklerinin temsilcileriyle görüşmelerde bulunmuşlar ve meselelerinin çözüleceği yönünde vaatlerde bulunmuşlardı. Ancak bunlar birer vaat olmaktan öteye gidememişti. Taleplerine müspet cevaplar alamayan Kırım Türk temsilcileri, bunun bir sonucu olarak seslerini daha yüksek ve farklı usullerle duyurmaya karar vermişlerdi. Bunu gerçekleştirmek için Moskova’da büyük bir miting tertip ettiler. 23 Temmuz 1987 günü Sovyet rejiminin kalbi olarak kabul edilen Kızıl Meydan’da toplanan yüzlerce Kırım Türkü ve onları destekleyen Sovyet vatandaşları, Sovyetler Birliği’nde eşi benzerine az rastlanan bir miting gerçekleştirdiler. Mustafa Cemiloğlu’nun önderliğinde tertip edilen bu gösteri, orada bulunan yabancı basın mensupları tarafından bütün dünyaya aksettirilmiş ve tüm dünya kamuoyu tarafından ilgi ve dikkatle takip edilmişti[148]. Mitingin devam ettiği bir sırada Sovyet resmi haber ajansı TASS tarafından bir duyuru yayınlanmıştı[149]. Bu duyuruya göre, Sovyet yönetimi Kırım Türklerine “büyük haksızlık yapıldığını” kabul ediyor ve meselenin çözümü için bir devlet komisyonu kurulduğunu belirtiyordu. Bununla birlikte, açıklamada yer alan ifadelerden Sovyet devletinin eskiden beri sahip olduğu görüşlerinin kaybolmadığı da anlaşılmaktadır. Bu hususta açıklamanın Kırım Türklerinin taleplerini karşılama noktasında yapıcı bir yaklaşımda bulunmadığını söylemek mümkün görünmektedir. Nitekim Kırım Türklerinin vatana düzenli ve toplu olarak dönüş, milli özerkliğin tesisi gibi olmazsa olmaz istekleri, Kırım’ın demografik yapısı gibi mazeretler ortaya sürülerek savuşturulmak istenmektedir. Böyle bir durumun ise Kırım Türkleri tarafından kabul görmesi, daha önce yaşanan örneklerde de görüldüğü üzere ihtimal dahilinde bulunmamaktadır.

Kırım Türkleri bu açıklamaya ve sunulan çözüm önerilerine karşı tepkilerini yine kendilerine özgü usullerle vermişlerdi. Nihayet verdikleri bu tepkiler, Sovyet hükümetinde olumlu bir tesir bırakmış ve 14 Kasım 1989’da vatanlarına dönüş yolunu açan bir deklarasyonun yayınlanmasında etkili olmuştu. Belirtilen tarihte Sovyetler Birliği YSP tarafından kabul edilen bu deklarasyona göre, sadece Kırım Türkleri değil, daha önce kendilerine haksızlık yapılan bütün Sovyetler Birliği vatandaşlarının hakları kendilerine iade edilmiş ve bu haklar devlet garantisi altına alınmıştı[150]. Sovyetler Birliği’nin en yüksek makamı tarafından açıklanan bu deklarasyon ile Kırım Türklerinin ve vatanlarından uzakta yaşayan diğer toplulukların, özgürce, hiçbir sınırlama olmadan vatanlarına dönebilmeleri için bütün hukukî ve sunî engeller ortadan kaldırılmış oldu. Devlet artık Kırım Türklerinin vatanlarına dönüşünü engellemek için değil, bilakis bu dönüşü organize etmekle ilgilenmeye başlayacaktı. Bu doğrultuda, Kırım Türklerinin sorunlarıyla meşgul olmak amacıyla bir komisyon kurulmuştu. Komisyon bu konuda çalışmalara başlayarak bir göç planı hazırlamıştı. Bu plana göre, öncelikle Kırım Türklerinin vatanlarına dönüşü ve milli bütünlüklerinin tesisinin kanunî hakları olarak kabul edilmesi gerekiyordu. İkinci olarak, Kırım Türk toplumunun dönüş meselesi merkezî yönetim tarafından rasyonel bir şekilde ele alınıp birbirini takip eden üç safhada gerçekleştirilmesi öngörülüyordu. Birinci safhada altyapı, konut, sosyo-kültürel ortam ve üretim alanındaki gelişim meselelerinin aynı anda çözülmesiyle, şahısların yakınlık dereceleri göz önünde bulundurularak dönüşün devlet denetiminde yapılması planlanmaktaydı. İkinci safhada, şahısların kendi başlarına, bireysel imkanları kullanarak dönmeleri tasarlanmaktaydı. Bu durumda devlet bir takım yükümlülüklerden kurtulmuş olacaktı. Üçüncü safha ise, grup halinde toplu dönüş planlarıydı. Böylece toplu olarak Kırım’a dönenlerin bir arada yaşayarak yeni köyler veya kasabalar meydana getirmeleri düşünülmekteydi[151].

Netice olarak, 1944 yılından beri Kırım Türklerinin vatana dönüş uğruna verdiği mücadeleler geç de olsa meyvesini vermiş ve kitleler halinde vatana dönüş başlamıştır. Bunun neticesinde, 1987 yılında Kırım’a yerleşen Kırım Türklerinin sayısı 2300, 1988’de 19.3000 kişi iken, bu sayı 1989’da 28.000’e yükselmişti. 1 Mayıs 1990 itibariyle ise Kırım’da toplam olarak 83.116 Kırım Türkü yaşamaya başlamıştı[152]. Bu arada daha önce Ukrayna’ya bağlı bir bölge olan Kırım, 12 Şubat 1991’de Ukrayna Cumhurbaşkanı L. Kravchuk’un imzasını taşıyan bir kanunla tekrar Özerk SSC haline getirildi[153]. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız bir cumhuriyet haline gelen Ukrayna’ya bağlı özerk bir cumhuriyet olan Kırım’da 1995 nüfus sayımına göre 2.600.000 kişi yaşamaktadır. Bunun %67’sini Ruslar, %22’sini Ukraynalılar, %10’unu Kırım Türkleri ve %1’ini diğerleri (Karaim, Kırımçak, Rum, Ermeni, Alman, Bulgar, Yahudiler) oluşturmaktadır[154].

Dr. Kemal Özcan

3 Mayıs 1944 Türkçülük Bayramı


Milliyetçilik, tüm dünya milletleri arasında geçen mücadelede, sosyal yapıdaki en büyük silah ve güç olma özelliğini korurken Türk milliyetçileri bu duruşu ile 3 Mayıs 1944 günü resmi devlet yetkilileri tarafından her türlü işkence ve zulümle yargılanmışlardır.

Kendi vatanında, milletine olan bağlılığı en açık ve berrak şekilde ifade eden insanlar maalesef bu sevgisinin bedelini en ağır şekilde ödemişlerdir.

Fakat Türk milletini emperyalizmin her çeşidinden korumak için ; varlıklarını, her yönü ile ortaya sunan Türkçülerin verdikleri mücadele bugün net bir şekilde anlaşılmaktadır. Dün Türkçüleri, Türk milliyetçilerini en ağır şekilde eleştirenler, şimdilerde ise onlara hak vermenin mecburiyetini yaşamaktadırlar.

3 Mayıs 1944; Türk milliyetçiliği hareketinin kendini aksiyon ve muhteva olarak ortaya koyduğu dönüm noktasıdır. Dönemin iktidar sürecini elinde tutanların gayr-ı milli unsurlara kendi eliyle hayat hakkı tanıması karşısında, Türk milletine kara sevdalı Türkçüler tarafından haykırışın en sert ve anlamlı günüdür.

3 Mayıs, Türk milliyetçilerine en acımasızlığı yaşatanların karşısında "Çileler bizim rütbemizdir" diyerek, her türlü olumsuzluk ve zorluk karşısında Türk milletine en derin sevginin tüm dünyaya ilan edildiği gündür.

3 Mayıs, Türk'ün değer yargılarını, bizi biz yapan değerleri savunanları hapislere, tabutluklara hapsederek, beyinlerinin körleştiğini ispat edenlerin Türk milliyetçileri tarafından tescillendiği gündür.

3 Mayıs, Atatürk'ün ölümünden sonra, onun Türk milliyetçiliği ölçüsünde geliştirdiği devlet politikasına dinamit koymak isteyenlerin, dinamitlerinin elinde patlatıldığı gündür.

3 Mayıs, Türk milliyetçiliği ülküsünü en sert haykıran H.Nihal Atsız'ın önderliğinde başlatılan kutlu savaşın zafer naralarıyla Türk'ün makus talihinin değiştiği gündür.

Bu açıdan maziyi hatırlayıp gelecekle ilgili umutlarımızı yeşerteceğiz. Her çile sonrası olgunlaşarak büyüyen Türk milliyetçiliği hareketi 3 Mayıs Türkçülük Bayramının anlam ve öneminde yatan tüm gerçekleri yürek ve beyinlerimize kodlayarak sevdalarımızla, ülkülerimizle Türk milleti için varolacağız.

Globalleşen dünyanın birçok sinsi atmosferinde milleti millet yapan değerlerin kurban edilmesini tüm güçleri ile savunanlar, Türk milliyetçilerinin iman ve azmi karşısında tutunamayacaklardır. Türk milliyetçileri çıktıkları hiçbir yoldan geri dönmemişlerdir.Ufkun genişliğinde verdikleri mücadelede şartların en ağır yönünü yaşasalar bile zafer her daim bizlerin olmuştur. Bu duygu ve düşüncelerle, Türklük bayrağını her türlü fırtınaya karşı dalgalandırmayı kendilerine hayat felsefesi edinmiş ülkü devleri, başta Başbuğumuz Alparslan Türkeş, H.Nihal Atsız, Orhan Şaik Gökyay, Necdet Sançar, Fethi Tevetoğlu, Zeki Velidi Togan, Muzaffer Eriş, İsmet Tümtürk ve daha birçok Türk milliyetçisini rahmet ve minnetle anıyoruz. 3 Mayıs 1944 Türkçülük Bayramının 60.yıldönümünde Türk milletinin mutlu ve huzurlu günlerde muhataplık bulması dileklerimizi sunuyoruz.

Ülkü Ocakları Genel Merkezi

31 Ocak Ahmet Kerse'nin Şehadeti


Ahmet KERSE (31.01.1983 )

Gaziantep'in Oğuzeli ilçesine bağlı Hacar (Yeşildere) köyündendi. Gaziantep Eğitim Enstitüsü’nde okuyordu. 1980 yılı Şubat ayında, polisler tarafından Kilis’te yakalanarak gözaltına alınıp bir ay süreyle işkence yapıldı. Çıkarıldığı 12 Eylül mahkemelerinde, bütün şahitlerin, aleyhine ifade vermedikleri için tutuklandıkları bir yargılamadan sonra, 8 Temmuz 1981 tarihinde idam cezasına mahkum edildi. 25 yaşındayken, tutuklu bulunduğu Gaziantep Cezaevi’nin infaz bahçesinde 31.01.1983 tarihinde sabaha karşı asılarak şehit edildi


"Kendi ağzından"

"Hakime küfrettim. Hakim put! Vicdanı adaletin görkemli sarayından, sarayın mücerret bekçisinden, görünmez koruyucularından azade.. Kişiliği silik...

Benim böylesi muğlak bir kişilikten ne alıp veremediğim var?

Baktı önündeki yazılı müeyyidelere, kırdı kalemi. Küçük dilinin dönmesi ile çıkardığı kahkahayı duydum. Onun haline güdüm. Güya sinsi gülüyor.

O kim, bilmem ne maddesi kim? Her şeyin vasıta olduğu bu dünyada, oluşlara basamaklık edenlere kızmaya hiç gerek yok.

Doğru olan, gücün ve tedbirin kar etmediği yerde durup tevekkül etmek, her daim ona sığınmaktır. Karanlığı aydınlık bilmek, mutlu olmasını öğrenmektir.

Her zaman ve mekanda Yüce Allah'a dayanmak biricik yol. Tabii yol bilene!

Allah'a iyi bir kul olmalıyım. Bütün uğraşım, çabam bu yönde olmalı. Şayet nasipse şahadet şerbeti içmek, beni bu mertebeye getiren mazimle Övünmeliyim.

Şehid olmak her er kişiye nasip değil! Bil kıymetini!

Bu büyük mertebeye ulaşmak için, Allah'ın sevgilisinden, Bedir harbine katılmak için izin isteyen sahabenin çırpınışları unutulur mu?

Cennet müjdelenmiş. "Ağaçları altında ırmaklar akan" güzide köşeler...

Hakikat bu!

Geçici zevklerin süslediği ve hayal olarak hafızalarda silikleşen, anlık dürtülerin ürünü, anlık süprüntülerin ne ehemmiyeti, ne kıymeti vardır?

Mutlak mutluluğa gark olmak varken, izafi saadetin çeşnisine kapılıp, kanmak, kandırılmak ne ayıp bir şey! Çok kötü bir hali

Hayır! kanmadım, kanmayacağım.!

O gün yeniden dirilişimdir, pak ve saf halimle. O an ölmek değil, yaşamaktır.

"Allah yolunda ölenleri ölü bilmeyiniz... Onlar diridirler!

"... Onlara cennet müjdelenmiştir."

Virajı dönmek ve has bahçesinin güllerini derlemek... Derleyeceğim renk renk gülleri sonra da koklayacağım doyasıya..

Ben ilk değilim. Uzayan zincirin bir halkası olacağım. Ardım sıra bu zincirin bir halkası olabilmek için didinenler, çalışanlar çok. Heyecanlı bekleşen kalabalık var.

Allah'ın eli! Bu davanın üzerinde.

Tökezlemek, sürünmek, yakalanmak yok.

Sinemiz demir, yüreğimiz çelik, kötülükleri boğmak, iyilikleri yaşatmak İçin hep mücadele, hep mücadele... Bir an olsun bile gaflet uykusunda kalmak yok.

Gafleti sevmek, şeytanın çelmelerine kanmak ölümdür. Gerçek Ölüm!

Doğruyu insanlara duyurmak için savaşmak lazımdır...

Anam köyde. Son günler sık sık rüyama girer oldu. Ağlamaz anam hep güler. Bir şehid anası olacak, keyfi bu yüzden. Heyecanı, gönlündeki haz ılıklığı bu sebepten...

Titrer anam, elleri ile bazı kereler yüzünü örter. Ben idam sehpasına yürürken anam karalar bağlamaz. Bilir, inanır ki, oğul ölmedi, yaşıyor. Bu dünya hancıların konakladığı bir misafirhane.

Buradan göç eden bir başka alemde, ebedi yurt evinde yaşar.


Anam yeşil yemenisini hiç başından eksik etmez. Allah örtünün dediği için Örtünür. Anam ülkü sahibi yiğitleri över.

Babam da öyle.Babam süslü hayat yaşamak uğruna zillet, illete boyun eğen bel kıvıran, yılanlaşan insanları sevmez.

Kötülerin baş düşmanıdır.

insan Allah'a inanmadıkça, yüce ülküleri yakalamak için cehd ve gayret sarfetmedikce o adama insan denmez.

Hele halife hiç denmez. Her adam insan değil, her insan da halife değil! Bu biline!

Sabırsızım, içimde sevinç coşkusu, kulaklarımda Kur'an kıratı... Ben uçmak istiyorum, uzaklara, pak mekanlara, gül ekenlere, çiçek dikenlere uçmak...

Bükülmeyeceğim, kırılmayacağım. Bu emanet olan "ben"i yüce yaradanıma helali ile teslim edeceğim.

Ölsem bile ölmeyeceğim. Varın siz anlayın!

Ben insanlara dayanmadım ki, yıkılayım, insancıklardan medet ummadım ki, zarara ziyana gireyim.
Ezel ve ebed olan Yüce Mevla'ya gönül verdik.

Onun içindir ki, bu dava sönmez, bitmez, çapulcuların çökmesinden, kaçmasından etkilenmez...

İlay-ı kelimetullah! diyen diller lal olmaz.
Allah diye inleyen güller solmaz.
Tekbir getiren, teşbih eden güller solmaz.
Susmayacak Hakk'ın dili!"

Ahmet Kerse, Gaziantep Cezaevi

27 Ocak Osmanlı Devleti'nin Kuruluşu


Kayı boyuna ait Ertuğrul Gazi yönetimindeki aşiret Anadolu Selçukluları zamanında Ankara dolaylarına yerleştirilmişlerdi. Sonraki süreçte Osman Bey idaresindeki kayı Türkleri Eskişehir ve Söğüt çevresine yerleştiler.
Osman Gazi Karacahisar İnegöl Yenişehir ve Bilecik yörelerini fethedince çevredeki Bizans tekfurları ordu kurdular Bu ordu, Osman Gazi idaresindeki birlikler tarafından Koyunhisar (Bafeon) Savaşında yenilgiye uğratıldı (1302). Böylece Osmanlılar ilk zaferlerini kazandılar.
Orhan Gazi Dönemi (1324–1362)
1.Bursa fethedildi ve başkent yapıldı.
2.İznik'in fethine girişildi. Bunu önlemek isteyen Bizans kralının kurduğu ordu Maltepe (Pelekonon) Savaşında yenilgiye uğratıldı (1329). Böylece Osmanlılar, Bizans devletiyle doğrudan yaptıkları bu savaşı kazandılar. Savaştan sonra İznik başkent yapıldı.
3.Bizansta taht kavgasına giren Kantakuze'ne yardım edildi. Bu yardım karşılığında Geliboludaki Çimpe Kalesi kazanıldı. Gelibolunun fethine girişildi. Kazanılan Tekirdağ dolaylarına Anadolu'dan getirilen Türkler yerleştirildi.
4.Karesi Beyilğine son verildi. Rumeliye geçiş yolu Çimpe kalesiyle birlikte açılmış oldu.
5.Divan teşkilâtı kuruldu. Yaya ve Müsellem (atlı) askerlerden ilk düzenli ordu kuruldu. Böylece beylikten devlete geçiş sağlandı.
I. Murat Dönemi (1362–1389)
1.Karamanlıların kışkırtması nedeniyle Ankara'yı idrelerine alan Ahiler'den Ankara geri alındı.
2.Rumeli'de yapılan Sazlıdere Savaşı kazanıldı. Bundan sonra Edirne fethedildi (1363)
3.Papalık Edirne'nin fethine tepki olarak propoganda yaptı Bunun sonucu Balkanlı uluslar Haçlı Ordusu kurdular. Haçlılar Sırpsındığı Savaşında yenilgiye uğratıldı (1364).
4.Sırpların kurduğu haçlı ordusu Çirmen Savaşında yenilgiye uğratıldı. (1371)
5.Hamitoğulları Beyliğinden Toprak satın alındı.
6.Karamanlılar, Osmanlıların Anadoluya yönelmesine karşı çıktılar Osmanlıların yaptıkları savaşla karamanlılara üstünlüklerini kabul ettirdiler.
7.Balkanlarda bir Osmanlı akıncı birliği Ploşnik Savaşında yenilgiye uğratıldı. Bundan yararlanan Sırplar Osmanlıları Balkanlardan atmak için birleşik Haçlı ordusu kurdular. I. Murat, bu haçlı ordusunu I. Kosova Savaşında yenilgiye uğrattı (1389) Ancak Savaş sonunda I. Murat bir Sırplının saldırısıyla öldü.
Yıldırım Beyazıt Dönemi (1389–1402)
1.I. Murat'ın kararı üzerine hükümdar oldu. Taht kavgasına gireceğinden şüphelendiği kardeşi Yakup'u öldürttü.
2.Karamanlılar dahil Batı Anadolu'daki beyliklere son verdi. Böylece büyük ölçüde siyasi birliği sağladı.
3.İstanbul'u ilk kez kuşattı. Bunun üzerine Batı Avrupa uluslarının katılımıyla büyük bir Haçlı ordusu kuruldu. Yıldırım Beyazıt bu orduyu Niğbolu Savaşında yendi (1396).
4.Yıldırım Beyazıt Bizans'ı ikinci kez kuşattı. Karadenizden Bizans'a gelecek yardımları önlemek için Anadolu Hisarını (Güzelce Hisarı) yaptırdı. Kuşatma sürerken Doğu Anadolu'da Timur tehlikesi belirdi. Bunun üzerine Bizans'la anlaşma yapılarak kuşatma kaldırıldı. Bu anlaşmaya göre:
a)Bizans yıllık vergi verecek.
b)İstanbulda bir müslüman Mahallesi kurulacak
c)Haliç'e bir Osmanlı birliği yerleştirilecek.
Ankara Savaşı (1402)
Nedenleri
1.Timur'a topraklarını kaptıran Karakoyunlu ve Celayir hükümdarlarının Osmanlı Devleti'ne sığınmaları Timur'un bunları kendisine teslim edilmesini istemesi.
2.Yıldırım Beyazıt'ın, beyliklerine son verdiği Anadolu beylerinin Timur'dan yardım istemeleri.
3.Timur'un, kendi üstünlüğünün tanınmasını istemesi.
Ankara Savaşını Timur kazandı.
Sonuçlar
1.Anadolu'da siyasi birlik bozuldu. Bu durum savaşın en önemli sonucudur. Çünkü beylikler yeniden kurulmuştur.
2.Yıldırım Beyazıt öldü ve oğulları arasında taht kavgaları başladı.
3.Yıldırımın oğulları arasındaki taht kavgası döneminde (fetret devrinde) devlet dağılma tehlikesi geçirdi. 11 yıl süren bu kavgayı Çelebi Mehmet kazanmıştır.
Çelebi Mehmet Dönemi (1413–1421)
1.Bozulan devlet kurumlarını yeniden sağlamlaştırdı. Anadolu'da otoriteyi yeniden sağladı. Böylece devleti dağılmaktan kurtardı. Bu çalışmalarından dolayı Çelebi Mehmet devletin ikinci kurucusu sayılmıştır.
2.Ege denizinde Venediklilere ait adalardan Anadolu kıyılarına saldırılar oldu. Bundan dolayı Venediklilerle ilk büyük deniz savaşı yapıldı. Osmanlının deniz gücü zayıftı. Osmanlılar yenildi. Bizans'ın araya girmesiyle anlaşma yapıldı.
3.Fetret dönemindeki siyasi ve sosyal sorunları gerekçe gösteren Şeyh Bedrettin isyan çıkardı. Rumelide çıkan bu isyan bastırıldı. (1420)
4.Timur'un Semerkant'a götürdüğü Mustafa Çelebi geri dönerek taht kavgasına girdi. Mücadeleyi kaybedince Bizans'a sığındı. Bu kişinin gerçek Şehzade Mustafa Çelebi olmadığı iddia edildi. Bundan dolayı bu olaya "Düzmece Mustafa Olayı" denilmiştir.
II. Murat Dönemi (1421–1451)
1.Bizans Devleti Mustafa Çelebi'nin başlattığı taht kavgasını yeniden destekledi. II. Murat bu mücadeleyi kazandı. Mustafa Çelebi öldürüldü.
2.Karaman ve Germiyan Beyleri Osmanlının otoritesini sarsmak için II. Muratın kardeşi Şehzade Mustafa'yı taht kavgasına sürüklediler. II. Murat bu mücadeleyi kazandı.
3.Osmanlı orduları Balkanlarda Macarlarla yaptıkları savaşları kaybettiler. Bunun üzerine II. Murat barış istedi. Macarlarla Edirne Segedin Anlaşması imzalandı (1444). Anlaşmaya göre
a)10 yıl savaş olmayacak.
b)Tuna sınır sayılacak.
4.II. Murat iktidarı küçük yaştaki II. Mehmete bıraktı. Ancak devlet adamları arasında sorunlar çıktı. Macarlar anlaşmayı bozdular. II. Murat yeniden padişahlığa geldi. Macarlar Varna Savaşında yenilgiye uğratıldı (1444).
5.II. Murat iktidarı tekrar bıraktı. Yine aynı sorunlar çıktı. II. Murat tekrar padişahlığa geldi. Macarların yönetimindeki haçlı ordusunu II. Kosova Savaşında yenilgiye uğrattı (1448). Balkanlı uluslar bir daha saldırı düzenlemediler. Böylece Osmanlıların Balkanlara yerleşmesi kesinleşmiştir

24 Ocak MHP'nin Kuruluşu



27 Aralık 1992'de, 1979 yılındaki delegeleriyle toplanan MÇP Kurultayı, Sadi Somuncuoğlu'nun tüm çabalarına karşın MÇP’nin feshine, 24 Ocak 1993 tarihinde yapılan olağanüstü kongreyle ise partinin adının MHP olarak değiştirilmesine karar vermiştir.
Aralık 1995 genel seçimlerinde % 8.2 oy alan MHP, % 10’luk seçim barajını aşamadığı için milletvekili çıkaramadı.
Alparslan Türkeş'in vefatından sonra, 6 Temmuz 1997’de yapılan olağanüstü kurultayda iki aday Alparslan Türkeş’in oğlu Tuğrul Türkeş ile Devlet Bahçeli arasında yapılan seçim yarışını Devlet Bahçeli kazandı ve genel başkanlığa seçildi.
MHP, 1999 Türkiye genel seçimleri'nde % 17.98 oy alarak DSP’nin ardından en çok oy alan ikinci parti oldu ve 129 milletvekili çıkardı.Kurulan DSP-ANAP-MHP koalisyonunda, biri başbakan yardımcılığı olmak üzere 12 bakanlık alarak, ikinci büyük koalisyon ortağı oldu. 5. Ecevit Hükümeti'ne katılırken Rahşan Ecevit'le sorun yaşayan MHP, yine de koalisyonda uyumla çalıştı, ancak ekonominin çökmesi üzerine dışarıdan getirilen Kemal Derviş ile uyuşamadı. Eylül 2002'ye gelindiğinde TBMM'de 125 milletvekili kalmıştı.
Daha sonra iktidardayken Genel Başkan Devlet Bahçeli'nin aldığı 3 Kasım seçim kararı ile seçime gidildi. 2002 Türkiye genel seçimleri MHP için büyük bir yıkım oldu ve %18 olan oy oranı %8.3'e düştüğünden MHP parlamentoya giremedi.
2007 Türkiye genel seçimleri'nde %14.29 oy alarak 71 milletvekilliği kazanmış ve mecliste yeniden grup kurmuştur. 2009 Türkiye yerel seçimleri'nde, biri büyükşehir olmak üzere 10 ilin belediye başkanlığını, toplamda da 490 belediye başkanlığı kazanmıştır.
2011 seçimleri öncesinde MHP'den 6 milletvekili istifa etti.

12 Ocak H.Nihal Atsız'ın Doğum Günü


Bir düşünce adamı olan Nihal Atsız, baba tarafından aslen Gümüşhaneli olmalarına rağmen, babasının deniz subayı olması nedeniyle İstanbul’da doğmuş ve orada yetişmiştir. Türkiye’nin komünizm, islamcılık ve kürtçülük gibi zararlı akımlardan etkilendiği ve Türklüğün bu üç cepheye karşı savaş verdiği bir ortamda, Türk budunu olarak varlığımızı korumanın bir yolunu araştıran Atsız, çok geçmeden kurtuluşun Türk milliyetçiliğinde -yani Türkçülükte- olduğunu öğrenmiş ve yaşamının sonuna kadar bu ülküyü Türk ırkı üzerinde hâkim kılmaya çalışmıştır.

Atsız, dil, tarih ve edebiyat alanında dönemin önde gelen bilim adamlarından dersler almış, bu alanda uzmanlaşmaya çalışmıştır. Şu anda bile üniversitelerin dil, tarih ve edebiyat bölümlerinde okutulan kitapların yazarlarının birçoğuyla aynı sınıfta okumuş veya onlarla düşüncelerini paylaşacakları ortamlarda bulunmuştur. Bu nedenle kendi alanında uzmanlaşması ve geniş bir görüşe sahip olması uzun sürmemiştir. Yaptığı bilimsel çalışmalar ve yazdığı kitaplar, onun ciddi ve çalışkan bir bilim adamı olduğunun apaçık kanıtıdır. Bu nedenle Atsız, her şeyden önce bu kimliğiyle takdir görmesi gereken bir şahsiyettir. Yaşadığı dönemin en usta tarihçilerinin ve dilcilerinin bile üzerinde çalışmaya çekindiği konuları, en ince ayrıntılarına kadar araştıran, bilimsel alanda çok değerli eserler bırakan Nihal Atsız’ın yaşamı boyunca süren çalışmaları, kitap ve makalelerinin sayısıyla bile anlaşılabilmektedir.

Atsız, yaşamı boyunca Türkçülüğünden hiç taviz vermemiş, yazdığı makaleler ve çıkardığı dergiler yüzünden birçok kez mahkemelik olmasına, tabutluklarda işkenceler görmesine rağmen düşüncelerini kararlılıkla ve haykırırcasına savunan bir ülkü eridir. Sert üslubu ve kararlı duruşu, her ne kadar Türkçülüğe karşı olanların -çoklukla da Türk soylu olmayanların- düşmanlıklarına neden olmuşsa da, bu kişilerin verdiği zararlar Atsız’ın bir bozkurt gibi başı dik yaşayışında en ufak bir tavize neden olmamıştır. Atsız, olgun ve üstün bir kişiliğe sahip ciddi bir karaktere sahip olduğundan, yine takdir edilmesi gereken bir dava adamıdır.

Geçen yüzyıl içinde romanlar, şiirler ve öyküler yazan çok yazar / şair vardır; fakat bunlar içinden çok azı Atsız gibi büyük bir kitleyi harekete geçirebilmiştir. Atsız’ın yazılarından ve derslerindeki konuşmalarından etkilenen milyonlarca Türk genci, Türkçülük bayrağının birer taşıyıcısı olarak ülkülerine bağlı kalmış, baş koydukları yoldan dönmemişlerdir. Bugün de Atsız’ın romanlarını okuyanlar, Türklük sevgisiyle kendilerinden geçmekte, ruhlarıyla uçup gittikleri Tanrı Dağı’nda bir destanı yaşıyormuşçasına esrimektedirler. İşte böyle etkileyici ve sürükleyici yazılar yazdığı için Atsız yine takdire şayan bir yazardır.

5 Ocak A.Nihat Asya'nın Vefatı


Türk Edebiyat Tarihi'ne "Bayrak Şairi" olarak adını yazdıran Arif Nihat Asya, 7 Şubat 1904 yılında Çatalca'nın İnceğiz Köyü'nde dünyaya geldi. Babası Tokatlı Zîver Efendi, annesi Tırnovalı Fatma Hanımdır. Nihat Asya bir aylıkken babasının ölümü üzerine, akrabalarının himayesinde büyümek zorunda kaldı. İlköğrenimine köyünde başladı fakat daha sonra İstanbul'a geldi. Önce Haseki Mahalle Mektebi'ne daha sonra Gülşen'i Maarif Rüştiyesi'ne devam etti. Yatılı olarak girdiği Bolu Sultanisi kapatılınca, Kastamonu Sultanisi'ne aktarıldı. Liseyi bitirdikten sonra, İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu’nun Edebiyat Bölümü’nden mezun oldu.

Milli Mücadele Dönemi'nde Ankara'da bulundu. Bu dönem onun şiire başladığı, Türklük ve vatan aşkı ile şiirler kaleme aldığı tarihlerdir. 1828 yılında Darülmuallimin'i Aliye'den edebiyat öğretmeni olarak mezun oldu ve Adana kolej ve öğretmen okullarında edebiyat öğretmenliği ve yöneticilik yaptı. 1948 yılında Edirne'ye tayin edildi. 1950-54 döneminde Adana Milletvekilliği, 1954 yılında Eskişehir milletvekilliği yaptı. 1962 yılında ise Ankara Gazi Lisesi'nden emekli oldu. 5 Ocak 1975 tarihinde Ankara'da vefat etti.

Edebiyatımızda “Bayrak” şairi olarak tanınan Asya, Bayrak şiirini Adana’nın kurtuluş günü olan bir “5 Ocak”ın heyecanı ile yazdı. Bir çok dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Şiirlerinde hece, arûz ve serbest vezinleri kullanan Arif Nihat, nazmın her tür ve şekliyle eserler vermiştir. Fikrin ağır bastığı şiirlerinde milliyetçilik konusu büyük bir yer tutar. Çok renkli ve değişik biçimli şiirler yazmış olan Asya, son şiirlerinde biraz da mistisizme yönelmiştir. Şiirinde daima bir yenileşme çabası içinde olan şair, etkilerden uzak kalarak kendine özgü bol renkli şiir dünyasını yaratmıştır.

Güzel ve zarif benzetmelerin yanı sıra, keskin zekâsının, şakacı mizâcının mahsûlü olan nükteleri, hicivleri, kelime oyunları üslûbunu tamamlayan önemli unsurlardır. Tarihimizin şanlı sayfalarını şiirleştiren şair, Rubai türünün yeni Türk edebiyatında önemli şahsiyetlerinden kabul edilir. Bayrak ve vatan, onun mısralarında en usta anlatıcısını bulmuştur.

Şiir Kitapları: Heykeltraş (1924), Yastığımın Rüyası (1930), Ayetler (1936), Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor (1946), Rubaiyyat-ı Arif (1956), Enikli Kapı (1964), Kubbe-i Hadrâ (1956), Kökler ve Dallar (1964), Emzikler (1964), Dualar ve Aminler (1967), Aynalarda Kalan (1969), Kanatlar ve Gagalar (1946), Kıbrıs Rubaileri (1964), Avrupa'dan Rubailer (1971), Kova Burcu (1967).

4 Ocak 1968 R.Kılıçkıran'ın Şehadeti



Ruhi KILIÇKIRAN ( 4 Ocak 1968 )


Ruhi Kılıçkıran, 1946 yılında Adana'nın Osmaniye İlçesinin Rızaiye Mahallesi'nde doğdu. Ankara İlahiyat Fakültesi'nde eğitim görüyordu. 22 yaşında iken Ankara Site Yurdu'nun kantininde iftardan hemen sonra silahla vurularak şehit edildi.

1 Ocak 630 Mekke'nin Fethi

Hudeybiye andlasmasina göre Huzaa kabilesi, Resulullaha,Bekirogullari kabileside Kureys kabilesi himayesine girmisdi.Fakat Bekirogullari kabilesi ansizin Kureyslilerden Saffan bin Umeyye,Ikrime bin Ebu Cehil, Süheyl bin Amr, Huveytib bin Abduluzza, Mükrez oglu Hafz ve bir kisim kureysli müsriklerle Huzaa kabilesi üzerine saldirmislar ve onlardan 23 kisiyi öldürmüslerdi.Bunun üzerine Huzaa kabilesinden Amr bin Salim Huzai 4I kisilik toplulukla peygamberimize geldiler ve olayi Resulullaha anlattilar. Resulullah Kureyslilere, ya bu saldirida öldürülen 23 kisinin diyetinin ödenmesini yada Kureyslilerin Bekirogullarinin himayesini birakmasini istedi. Kureysli Müsrikler bunlari da kabul etmediler.Fakat yinede anlasmayi bozduklari için içlerini korku bürüdü. Ve tekrar anlasma yapmalari için Ebu Süfyan-i Medineye yolladilar. Ebu Süfyan Peygamberimizden ve Sahabilerden Eman dilediysede kabul görmedi ve mekkeye eli bos olarak döndü.Peygamberimiz büyük bir ordu hazirlayarak gizlice Mekke sehrini kusatti. Aniden basilan Mekkeli Müsrikler neye ugradiklarini sasirmislar ve savas hazirligini bile yapamamislardi. On ikibin kisilik büyük islam ordusu hiç bir büyük olaya karismadan kolayca Mekke sehrini fethetmislerdir.Hicretin sekizinci yilinda Resulullah (s.a.s.)'e boyun egen Mekke, bu tarihten sonra yeni bir dönemi yasamaya basladi. Allah Teâlâ'nin mübarek kildigi, Islâm dininin merkezi olan bu belde, sirkten, putperestlikten ve bütün diger hurafelerden arindirilmis yeni bir hayata kavustu. Daha önce bagimsiz bir sehir devleti olan Mekke'nin, fetihten sonra ekonomik ve sosyal durumu da degismisti. Mekke, ihtiyaçlarini temin edebilmek için ihtiyaç duydugu yogun kervan faaliyetlerine eskisi gibi bagimli degildi. Zira, Islâm devleti elde ettigi gelirleri ihtiyaç olan yerlere adil bir sekilde taksim ettigi için Mekke'nin ihtiyaç duydugu her sey Islâm devleti eliyle saglaniyordu. Ayrica eski ticarî faaliyetler, Mekke için artik hayatî olma özelligini yitirmisti. Mekke, Hac zamanlarinda çok degisik bir manevî atmosfer altinda hareketli ve canli günler yasiyordu. Bu zaman zarfinda çok yogun bir ticarî faaliyeti de sahne oldu. Ayrica Mekke, yeryüzündeki bütün müslümanlarin kalplerinde yasattiklari ve oraya ulasip, Hac ibadetini yerine getirmek için büyük fedakârliklari göze aldiklari bir manevî sehir olma özelligini kiyamete kadar sürdürecektir.